Çok uluslu, çok dinli bir büyük toplumda Ermeni meselesi

Osmanlı coğrafyasında geçmişe dönük Ermeni olgusuna kısaca göz attığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşıyla adını batıya duyuran Ermeniler, Berlin Antlaşmasıyla ellerini güçlendirdiler. Ermeniler, Berlin Antlaşması’yla başlayan süreçte Osmanlı içerisinde bir çok toplumsal olaya karıştılar.

Berlin Antlaşmasının özellikle 61. Maddesi uyarınca Osmanlı Devleti, Rusya ve İngiltere nezaretinde Ermeniler lehinde reformlar yapmayı kabul etti. Fransız Büyük İhtilalinden doğan bir milliyetçilik rüzgarı, çeşitli kavimlerde menfi milliyetçilik anlayışını tetiklemeye başladı. Ermeni toplumu da başka unsurlar gibi milliyetçilik ateşiyle ayrılık sevdasına düşmüşlerdi. Bu arada birçok Ermeni devrimci örgütler kurularak Osmanlı memleketlerinde ‘ayrı baş olmak’ için faaliyet göstermeye başladılar.

1908 Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Osmanlı tebaasının cümlesi ana unsuru teşkil eden Müslüman ahali ile her alanda eşit haklara sahip oldular ve bu hak Kanun-u Esasi (anayasa) tarafından da tescillendi.

Bu durum Ermeni toplumu tarafından kazanılmış ve elde edilmiş büyük bir kazanımdı. Peki bu kazanıma, asırlarca Osmanlı memleketlerinde ana unsuru teşkil eden Müslüman ahali tarafından nasıl bakılmaktaydı?

Gerçi Osmanlı’yı oluşturan İslam kavimlerinde de ayrı baş olma sevdası yok değildi. Hem Araplar hem de Kürt nüfus içerisinde menfi milliyetçilik ve ayrılık sevdaları örgütlenmeye başlamıştı bile. Ama bütün bu İslamları oluşturan unsurların hemen hemen hepsinde de Anayasa ile Ermenilere verilen müsavat (eşitlik) hakkı bir türlü kabullenilmek istenmiyor ve içten içe bir kavganın ayak sesleri duyuluyordu.

Kabul edilen Kanun-u Esasi ve Hürriyetle sosyal çalkantılara gebe olan ve bir alev topuna dönen Osmanlı topraklarında ülkenin herhangi bir yerinde çakacak olan bir kıvılcım bütün memleketi yangın yerine çevirebilirdi.

Özellikle, Osmanlı bünyesinde asırlarca bir arada yaşayan Kürtler ve Ermeniler arasında II.Abdulhamid öncesinde ve daha sonra özellikle de yine Sultan Abdulhamid devresinde had safhaya varan bir husumet ve kavga yaşanıyordu. Tam da bu atmosferde en çok rahatsızlık Müslüman Kürt halkıyla Ermeniler arasında cereyan ediyordu.

İstanbul hamal odalarında ve teşkilatında Ermeni ve Kürt kapışması sürerken, ülkenin doğu kesimlerinde Rus ve İngiliz kışkırtmalarıyla Ermeni nüfus Kürtlere karşı fitneye alet oluyordu.

Tam da böyle bir atmosferde Ermeniler açısından onlar adına onların hak ve hürriyetlerine sahip çıkmak onların meselesini üstlenmek kolay iş değildi.

Ermeniler ve azınlıklara değer vererek onların hürriyetine din adına sahip çıkan bir anlayışı Kürtlere ve Osmanlı ana unsurunu teşkil eden Türklere anlatan Bediüzzaman gerçekten de yürek isteyen bir işe öncülük ediyordu.

Meşrutiyet sonrası Müslüman coğrafya böyle kaynarken, İslam’a kendini adayan yiğit bir dava adamı Meşrutiyeti, parlamenter bir siyasi yapıyı, şeriat adına alkışlıyor ve sahipleniyordu.

Meşrutiyeti şeriat adına alkışlayan bu İslam alimi şüphesiz Bediüzzaman’dan başkası değildi. İslam tarihinde, intibak kabiliyeti en yüksek olan ender kişilerden birisiydi Bediüzzaman. Çağın getirilerine hemen intibak eder ve onu şeriatın lehine dönüştürmesini bilirdi. O “Muktezayı hale mutabık hareket etmek” düsturunun öncüsüydü. O, “Eski hal muhal.ya yeni hal, ya izmihlal” argümanının fikir babasıydı.

Batı’dan Osmanlı toplumuna gelen Meşrutiyeti de şeriat ölçüleri içerisinde savunarak ‘meşru meşrutiyet’ formülünü geliştirmişti.

Ama ne yazık ki; milliyetçilik ateşinin Osmanlı kavimlerini ayağa kaldırdığı, müslim, gayr-ı müslim kavgasının kıyasıya verildiği bir atmosferde; Meşrutiyetin hazmedilmesi ve içlere sindirilmesi çok da kolay bir hadise değildi.

Nitekim Bediüzzaman’ın alkışladığı ve din adına sahiplendiği Meşrutiyet; Hareket Ordusu marifetiyle 31 Mart kabusunu yaşayacak ve büyük bir yara alacaktı. Ama Bediüzzaman her şart altında meşrutiyetin mücadelesini vermeye kararlıydı. Bu saikle Bediüzzaman Said Nursi, 31 Mart sonrasında şark vilayetlerini gezerek Kürtlere Meşrutiyeti ve meşru Meşrutiyetin güzelliklerini anlatmaya başladı. Kürtler sürekli sordular, sordular, sordular. Bediüzzaman da bıkmadan usanmadan cevaplar verdi.

Kürt nüfusun ekseriyetle takıldığı nokta; Kanun-u Esasi ile Ermeniler’e verilen haklar konusuydu. Bakalım Bediüzzaman, Meşrutiyet inkılabıyla Ermeniler’e tanınan haklar konusunda neler düşünüyordu. Ermeni meselesine nasıl bakıyordu? Ve bakalım Bediüzzaman, toplumun önünü tıkayan “Ermeni açmazını” nasıl çözüme kavuşturacak ve toplumu nasıl rahatlatacaktı.

Başka devletlerin özellikle Batılıların, nice kan ve gözyaşından sonra ulaşabildikleri insanca yaşama hak ve hürriyetlerine; Osmanlı toplumunun, bir damla kan akıtmadan; merhum Sultan Abdulhamid’in dirayeti ve onayıyla ulaşması gerçekten de takdire şayandı.
Bediüzzaman, bu hale özellikle çok sevinmektedir. Böyle bir hürriyete ulaşmak için devletin yarı milleti versilse yine ucuzdu diyecekti.1

Ama ne yazık ki, Hürriyet’in ilanı ve Kanun-u Esasi (anayasa) ile azınlıklara ve gayrımüslim tebaaya tanınan haklar Osmanlı İslamlarında pek de hoş karşılanmıyordu.

Bediüzzaman hem Kanun-u Esasi’ yi hem de Meşrutiyet’i halka anlatmak için, şarkın kasabalarından tutun, dağ yaylaklarındaki göçerlere kadar yollara düşmüştü.

Bediüzzaman’ı karşılarında gören hemşerileri Meşrutiyet konusunda onu soru yağmuruna tutmaya başladılar.

‘’İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir? Diğeri: ‘’Ermeniler ağa oldular biz sefil kaldık.’’ Başkası: ‘Dinimize zarar yok mu? Daha başkası: ‘Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi zarardide edecekler. Diğeri: ‘Gayr-ı Müslim nasıl asker olacak?’’2 gibi sorular soruyorlardı.

Her kafadan bir ses çıkıyordu. Her ağızdan Meşrutiyet karşıtı biz söz dökülüyordu. Her sorunun altında gayr-ı Müslim tabir edilen Ermeniler ve diğer azınlıklara verilen haklar konusunda bir karşı duruş yatıyordu.

Üstelik bu soruları soran insanlar Kürt nüfustandı ve Ermenilerle kanlı bıçaklıydılar.

Bediüzzaman önce onlara; öyle karmakarışık bir halde ve her kafadan bir sesin çıktığı, her ağızdan aynı anda bir sorunun döküldüğü düzensizlik içerisinde muhatap olunamayacağını izah ettikten sonra, Meşrutiyet kaidelerine göre soru sormalarını istedi.

İçlerinden en zeki olanlarından birkaç kişiyi temsilci seçmelerini ve onların kendilerinin adına soru sormalarını istedi.

Bunu kabul ettiler. Oysa bu Meşrutiyetin bir kuralıydı. Bu ilk izlenim önemliydi. Meşrutiyetin soru sorma yöntemi benimsendiğine göre diğer umdelerini de kabul edeceklerdi herhalde.

Ama hemencecik de; – Olur Seyda. Meşrutiyet kaidesine göre soralım.’ demediler. ‘-Peki, peki.’ dediler. Bu ne demekti? ‘-Tamam, tamam.’ der gibi bir şey. Tamam dediler ama biraz da umursamaz bir kabul edişti sanki.

Burada şurası önemli. Bediüzzaman’a yöneltilen sorular tahlil edildiğinde ve soruş şekillerinden anlaşıldığına göre; Kürtler kesinlikle Meşrutiyete karşı bir duruş içerisindeydiler ve özellikle de Ermenilere tanınan haklardan oldukça rahatsızdılar.

Adeta Meşrutiyet’e ve Kanun-u Esasi’ye karşı çıkmak için Bediüzzaman’dan din adına fetva ister gibiydiler. Ve öfke doluydular.

Her sorularına Bediüzzaman’dan harika ve ikna edici cevap aldılar. Bediüzzaman onlara; Hürriyet’in güzelliklerini anlattı. İstibdadın, baskının, dayatmanın, tek adam yönetiminin mahsurlarını; bu şeklin şeriatla bir alakasının olmadığına onları ikna etti. Ama bu Hürriyet’in Ermeni ve Rum tebaaya da tanınmış olmasını içlerine sindiremedikleri her hallerinden ve soruş şekillerinden belliydi.

Bediüzzaman konuştukça Meşrutiyeti sevmeye başladılar. Fakat iknaya zorlandıkları bir konu vardı:

‘’Sual: Pekala, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür.Reyin nedir?’’3

Sorudaki sosyolojik tahlile bakar mısınız?

‘’Kabul ettik ki’’ ne demek? Faraza diyorlar. Hadi öyle olsun, diyorlar. Demek ki tam kani değiller.

Ve bakar mısınız.’ Rum ve Ermenilerden’ bahsederken, ’Şu’ diye söze başlıyorlar.

Yani toplum bu olaya sıcak bakmıyor. Meşrutiyeti kabullenmek zor geliyor.

Bu bize şunu gösteriyor:

Bediüzzaman hem İstanbul’da, hem şarkta Meşrutiyeti hangi şartlar altında savunuyor ve Meşrutiyetin mücadelesini hangi zor şartlar altında veriyor, iyi anlamak lazım. Bu kolay bir iş değil. Ve dahası hiç kimse Bediüzzaman kadar bu işin peşine düşmemiştir. Meşrutiyetin ve Hürriyet’in bu kadar mücadelesini vermemiştir.

Kürt aşiretlerinin ve göçerlerinin Meşrutiyetle ilgili sorularına, Bediüzzaman’dan çok çarpıcı bir cevap geliyor. Ve bu cevabı vermek o günün husumet dolu olan şartlarında öyle kolay bir iş değildir.

‘’Cevap: Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’idir. Bundan fazlası, sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.’’4

O günün en olumsuz şartlarında, Ermeniler’in, Rumlar’ın hak ve hukuklarını savunan bir büyük adam, bir büyük allame Bediüzzaman. O gün Osmanlı toplumu için Bediüzzaman ne kadar gerekliyse, bugün de Türk toplumu için Bediüzzaman o derece gereklidir.

Elbette azınlıkların hak ve hürriyetlerini ‘Kanun-i Esasi sağlamıştır.’ Ama, zaten bu dinin, bu şeriatın bir emridir. Bu hakkı din onlara veriyor.’ diyor Bediüzzaman.

Bediüzzaman; yaptığı bu izahlarla toplumu rahatlatmayı başarıyordu. Zira verdiği her bir örneği şeriatla temellendiriyordu.

Toplumun bu konulardaki soruları bitmeyecekti. Devam edecekti.

Bediüzzaman konuştukça bu toplumun önü açılacaktır. Toplumun önü açıldıkça kaos ve kargaşa yok olacaktır.

Rum, Ermeni, Yahudi bilumum azınlıklara tanınan haklar konusunda aşırı rahatsızlıklarını dile getiren Müslüman Kürt nüfusun Bediüzzaman’a soruları devam edecektir:
‘’ Sual: Ermeniler zimmîdirler, Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsavi olur?’’ 5

Öyle ya onlar bizim zimmetimiz altında olan bir topluluk, bizim zimmetimiz altında olanlarla; onlara bu zimmet hakkını tanıyan bizler nasıl olur da eşit oluruz? Nasıl olur da bizimle aynı haklara sahip olurlar?

Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) zamandan beri İslam toplumlarında, gayr-i Müslimlerle Müslümanlar hep bir arada yaşamışlar ve İslam tarihi boyunca da bu böyle sürüp gelmiştir.

Dört Halife devrinde de durum aynıdır.

Bu karşılıklı soru cevaplardan ve Bediüzzaman’ın da sık sık onlara İslam Dini’nden örnekler vermesinden de anlaşılmaktadır ki: Asr-ı Saadet’ten günümüze bir çok kavramın içi boşalmış ve dejenere olmuştur.

Öyleyse, Bediüzzaman’ın görevi dinin asliyetine uygun tarzda halka gösterilmesi ve bu doğrultuda amel etmelerinin hayata geçirilmesini sağlamaktır.

Peki zimmî ne demek?

Zimmî; Müslüman bir ülkede yaşayan gayr-ı Müslimlerin ödeyecekleri cizye (vergi) karşılığında serbestçe yaşamaları tüm haklarının devlet garantisi altında olması demektir. Bu uygulama dinin bir emridir. Şeriat böyle gerektirmektedir.

Şunu tekrar hatırlamakta fayda var:

Gayr-ı Müslimlerle bir arada yaşama kültürü İslamlara ait bir tarzdır. Ve Hz. Muhammed’den (asm) bu yana uygulanagelmiştir.

Zimmîler vergilerini verdikleri müddetçe dinî ve sosyal hayatlarını yaşamakta son derece özgürdür. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v); zimmîye zulüm ve haksızlık yapmayı, gücünün üstünde vergi almayı, rızası olmadan onun malına el koymayı yasaklamıştır.

Bu sebepten dolayı bütün tarih boyunca Müslüman toplumlar içerisinde yaşayan gayr-i müslim teba hayatiyetlerini ve varlıklarını sürdüregelmişlerdir.

Kendilerince haklı görülen bu suale Bediüzzaman enteresan bir cevap veriyor:

“Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik.’’ 6

Ne demek bu?

Biz zimmettarlığımızı onlara şeriatın adalet anlayışı çerçevesinde tam manasıyla gösteremedik. Kendimizi dev aynasında görüyoruz. Bu ne büyüklenme böyle. Şayet biz onlara istibdatın kötülükleriyle değil de şeriatın adaletiyle muamele eylemiş olsaydık, durum hiç de böyle olmayacaktı.

Derken Bediüzzaman; yine Asr-ı Saadet uygulamasından ne kadar uzaklaştığımıza da işaret etmektedir.

Bu konuda ikna olan hemşerileri Bediüzzaman’a başka bir soru yöneltirler:

“Sual: Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?

“Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, dost elini uzatmaktır.’’ 7

İnsanların fikir ve düşüncelerini serbestçe söylemekte ve hayata geçirmekteki en büyük engelin; tek adam rejimi, dayatma ve istibdat olduğu anlaşılmaktadır.

Aslında Bediüzzaman, Kürtlerle olan bu konuşmasını yazıya geçirmekle, sadece o günün şartlarındaki tarihi bir olguyu gündeme getirmemekte; aynı zamanda müthiş bir diplomasi dili kullanarak, ülkeyi yöneten idarecilere de hem azınlıklar konusunda, hem de uluslararası diyalog zeminlerinde kullanmamız gereken bir ders vermektedir. Bu ders bizim milletimizin hayatiyeti ve selameti açısından son derece önemlidir.

Ülkenizin selametini istiyorsanız, ülkenizde yaşayan farklı dinlerden ve farklı ırklardan insanlarla dost geçinmek zorundasınız. Onlara dostluk elinizi uzatın, ama zelil olacak bir şekilde değil, izzetli bir şekilde onlarla anlaşın ve dost olun.

Bu aynı zamanda uluslararası arenada da yapmamız gereken bir şeydir.

Bediüzzaman’ın konuşması devam edecektir.

Bir kavmin veya bir topluluğun hiçbir fert kalmamacasına yok olmasının mümkün olmadığını; Hiçbir topluluğu imha etmenin tarihten ve coğrafyadan silmenin mümkün olmadığını anlatan Bediüzzaman, Ermenilerle yüzyıllardır komşu olduğumuzu; komşuluğun da bir komşuluk hakkı olduğunu anlatarak bu insanlarla dost olmamız gerektiğini onlara anlatır.

Ve örnekler verir. Bu insanların çalışkanlığından, sanatkârlığından bahsederek onların örnek alınması gerektiğini vurgular.

Daha önceki zamanlarda bizim topraklarımızda yaşayıp da, bu gün dünyanın farklı coğrafyalarında zanaat ve sanayide ün yapmış Ermeni ustalar bir hayli fazladır. Bunlar sanayi ve teknikte kalkınmanın anahtarı olan şahsiyetler olmuşlar, onlardan maddi terakkide istifade temek gerekir. Hatta onları tekrar vatanımız olan Anadolu’nun inşa ve imarında terakkisinde istihdam etmenin yollarını aramamız gerekir.

Dünyanın en meşhur çeliğinin Şam’da üretildiği söylenir. Şimdilerde İsveç çeliğinin çok meşhur olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda da çelikle uğraşan Ermeni zanaatkârların Şamdan İsveçe gittiklerini de biliyoruz. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi bu zanaatkar ustalar dünyanın dört bir tarafına yayılmışlar.

Bediüzzaman, Ermenilerin sanattaki maharetlerinin örnek alınmasını ve terakkiyi önemsemektedir.

Günümüz içinde kullanabileceğimiz çok önemli diplomasi dersleri veren Bediüzzaman’ın; esasen o gün Osmanlı Devletinde vahim sonuçlar doğurabilecek, büyük bir kalkışımın ve kargaşanın önüne geçme çabasında olduğu anlaşılmaktadır.

Son olarak Bediüzzaman’ın hemşerilerine söylediği şu sözü hiç hatırdan çıkarmamak gerekiyor:

“Komşularımızla( Ermeniler) dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette (düşmanlık) fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.’’ 8

Doğudaki aşiretlerle Bediüzzaman arasında geçen; ‘Çok uluslu ve çok dinli bir toplumda saadet içerisinde yaşamanın formülü’nü ihtiva eden bu çok önemli konuya, akademisyenlerin ve diplomatların ilgi göstermeleri temennisiyle diyerek konuyu burada noktalayalım.

Atilla Yılmaz

Dipnotlar:
1- Münazarat, Bediüzzaman Said Nursi, YAN., s.21
2- a.g.e., s.21
3- a.g.e., s.60
4- a.g.e., s.60
5-Bediüzzaman Said Nursi. Münazarat. YAN. S.67.,
6-Age.s.67.,
7-Age.s.67.,
8-Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ı Harb-i Örfi. YAN. S.23.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*