Cübbeli, sarığını saramayınca

Çocukluk ve gençliğimizin ilk senelerinde, Ankara’da sarığı, ancak camilerde, hocaların kırmızı fesler üzerine bağladıkları şekilde görürdük.

Risale-i Nur Talebeleri ile tanıştığımda, o zaman birçoğu da üniversite talebesi olan cemaat mensuplarının da namaz kılarlarken cübbe giyip, sarık sardıklarını görmüş ve ilk anda şaşırmıştım. Çünkü bu sarık, bizim camilerdeki hocaların sardığı sarığa pek benzemiyordu. Bazı eski tarihî roman ve filmlerde gördüğümüz, İslâm kahramanlarının başındaki sarıklar gibiydi. Hem hocalarınki gibi hazır sarılmış bir şey de değil, her namazda yeniden baştaki takkenin üzerine bağlanan, bazen bir-bir buçuk metre kadar uzunca ve umumiyetle de, beyaz renkli tülbente benzer bir bez parçasından ibaret bir şeyi görünce, kafamdan geçen soru işaretlerinin cevablarını çok kısa zamanda öğrenmiştim.

Bu, bir Sünnet-i Resulullah’tı (asm). İlk başta garip gelen bu hâle, daha sonra biz de alışmış, adapte olmuştuk. Ve hassaten de Sünnet-i Seniyye olduğunu öğrenince de (zaten Peygamberimizin (asm) her sünnetine elimizden geldiğince tâbî olmaya çalıştığımızdan) en kısa zamanda biz de bir cübbe-sarık alarak, o Sünnet-i Seniyyeyi evimizde namaz kılarken tatbik etmeye başlamıştık.

Yalnız bunu biz, sadece namaz kılarken evimizde yapıyorduk. Bu işi, bazı insanların tepkisini çekecek hâle getirmemek için dışarılarda âleme ilân edercesine yapmıyorduk. Çünkü normalde bir sünnet olan bu hâli, (sarığın sünnet olan ölçüsünü de bilmek lâzım. Peygamberimiz (asm) sarığı ya ön tarafa, sağ omuzundan aşağı sarkıtır, ya da iki omuz arasına arkaya salıverirmiş. Bazı dinî filmlerde sol omuzdan aşağı, ön tarafa doğru sarkan sarıklar görüyoruz ki bu hâl sünnete muhaliftir.) zaten o zamanlarda hassas olan memleketin ahvâline göre hareket ederek, şahsî sünnetimizi evimizde yapıyor, normalde insanlara anlatacağımız iman-Kur’ân hakikatlerinin önüne bir perde yapmamaya çalışıyorduk. (Böyle bir durum olsa, sizin o hâlinizi gören muhatabınız, zaten peşin hükümlü olup sizi dinlemeyecek, belki de sizinle münâzara ve münâkaşa dahi edecektir.)

Bu da tabiî, Nur Talebelerinin bir hususiyeti idi. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dışında, hemen hemen birçok cemaat mensubu buna dikkat ederdi. Bir tek Üstadımız, âhir zamanın vazifeli bir şahsı olduğundan dolayı o, ecdadımızı ve selef-i salihini temsilen her bulunduğu yerde (mahkeme salonları ve hapishaneler de dâhil) o hâlini hiç bozmamıştır. Ama talebelerine de böyle bir vaziyeti tavsiye etmemiştir. (Cemiyet içinde, ortada) İcabında yeri gelmiş, talebelerine kravat takmalarını da söylemiştir. Bunu, Üstadın talebelerinden birçoğunda bizzat müşahede etmişizdir. Hatta ağabeylerimizden duyduğumuz bir şey vardı. Hani ağabeylerin toplu olarak çekildiği bir resim vardır. Bunda bazı ağabeyler kravatlıdır. İşte, Ankara hapsinden tahliye olan ağabeylerin, birlikte çekildiği o resim için Üstad, efkâr-ı âmmeye Nur Talebelerinin, kafalarındaki canlandırdıkları gibi olmadığını göstermek için kravat takmalarını söylemiş.

Bizler de tabiî, normal hayatta, özellikle de devlet memuru olan Nur Talebeleri kravatlıyızdır. Nurcular’ı, hayallerinde başka bir varlık olarak telâkki eden birçok kimse bizi gördüklerinde şaşırmışlardır. Ve bu hâlimizle de insanlara yaklaşmamız ve münâsebetimiz neticesinde, birçok insanımızın imanının kurtulmasına vesile olunmuştur.

Tabiî biz bunları yazarken, bazıları kravatı meşrû gösteriyoruz zehabına kapılabilirler. Aslında öyle bir şey yok. Kravatın ecnebiden gelen Batı giyiniş tarzının bir parçası olduğunu biliyoruz. Ama yaşadığımız bir toplumda, doğrudan dine zarar olmayan bir şeyi irtikâb etmenin de bir zararı yoktur. Hassaten de, bu sayede insanlarla diyaloğa geçip, hizmetlerimizi daha rahat yapabiliyorsak…

Bundan seneler evvel,  yine böyle bir yaz mevsiminde, bir arkadaşımla bir caminin avlusunda oturmuş ezan okunmasını bekliyorduk. O arada sarıklı cübbeli bir genç geldi. Abdesti yokmuş, abdest hazırlığı için, cübbe ve sarığını çıkarıp bankın üzerine koydu. Sarığın boyu, belki iki metre vardı. Yukarı çıkıp şadırvanda abdest aldıktan sonra, cübbesini giyip, sarığını sarmaya çalıştı, fakat bir türlü beceremiyordu. Biz de orada tabiî grand tuvalet, (takım elbiseli kravatlı) olarak oturmuş vaktin girmesini bekliyorduk. Ezan okunmaya başlayınca baktım bu genç yine zorlanıyor, sarık sarmasını beceremedi. Yerimden kalktım “kardeş ver bakayım bana” dedim. Yüzüme şöyle bir garib baktı. Sarığı aldım, bir seferde başına dolayarak, muntazam bir şekilde sardım, şaşırdı kaldı. Belki de içinden “kim bu ya, bu hâliyle sarığı sardı?” da demiştir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*