Dağlara mı, denizlere mi?

Yaz-kış mekân değişikliği, belki de Adem (a.s.) babamızla başlamıştır. Kureyş Sûresinde de aynı mânâya işaret var. Yazın güneye, kışın kuzeye Arapların yaptıkları seyahatlere vurgu yapılır. Kışın soğuğundan korunmak için seçilen lâtif mekânların yaz mevsiminde sıkıntılı olmasıyla birçok coğrafyada “yaz-kış” mekân değişikliği yaşanmış. Tarihî kalıntılar, yazılı belgeler ve hâlâ yaşayan gelenekler bunu gösteriyor. Her yerleşik beldeye yakın bir “yayla” edinme, zamanla kaçınılmaz olmuş.

“Yayla” kelimesi genellikle “dağ” kelimesini çağrıştırmış. Kışın celâlli günlerinde istifade edilemeyen dağ nimetlerinden yazın sıcak günlerinde istifade etmek esas olmuş. Tüm zararlı unsurlardan arındırılmış havası, insan bedenine en faydalı mineralleri ihtiva eden soğuk suları, üzerlerindeki çiçek ve bitkilerden istifade ile süt, yoğurt, bal ve ayrıca ağaçlarından elde edilen meyveleriyle dağlar ne kadar şirin ve güzel olduklarını ancak sevenlerine hissettirirler.

Semavî dinlerde, bu dinlerin kültürlerinde dağların yeri tartışılmaz. Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, Tevrat, İncil ve diğer mukaddes kitaplardaki “dağ” motifine Peygamber ve ehlullahın hayatlarındaki dağ unsurlarını da ilave ettiğimizde dağların birçok madde ve mânâya annelik vazifesini yaptığını müşahade ederiz. Tenezzüh, tefekkür, seyahat ve istifade hususunda tabiatın sair unsurları galiba dağların gerisinde kalır.

Denizlere gelince: Maksadın dağ-deniz mukayesesi olmadığını elbette biliyorsunuz. Fakat bilhassa son elli-altmış yıl içinde seyahat, tenezzüh ve istifade hususunda deniz sahilleri maksatlı bir şekilde öne çıkarılınca, mecburen “Dağlara mı, denizlere mi” başlığını kullandık.

Ne semavî dinlerde, ne tarih kitaplarında ve ne de tarihî belgelerde, dinsiz Batı medeniyetinin iddia ettiği şekilde deniz sahillerinin tenezzüh ve seyahat yerleri olarak kullanıldığına dair bir kayda rastlamıyoruz. Mazisi çok eski olmayan Avrupa’daki cinsel ahlâksızlık devrimiyle birlikte insanların bilinçlice sahillere sürükletildiğini görüyoruz…

Gerçi bolşevikler belki yirmi-otuz yıl önce bu hareketi “hamamlarda kadın-erkek birlikteliği”yle başlatmışlardı. Dinsizlerin metazori usüllerle başlattığı bu ahlâksızlık projesinin hür Batı Avrupa’da tam uygulamaya konulması meşhur “cinsel devrim”den sonradır… Hikâye, roman ve sinema filmleriyle başlatılan projenin, kadının soyularak oynatıldığı mahaller ve sahillerdeki plajlarla genelleştirildiğini takip ediyoruz. Resimli romanlar, ahlâksız dergiler ve daha sonra kısmen devreye sokulan TV ile söz konusu tahrip dairesi genişletilmeye başlanmış.

Kuzey Avrupa’dan güneye doğru yayılan tefessüh dalgasına bağlı olarak İtalya, İspanya ve Fransa sahillerinde başlayan açık saçıklığın devamlı belli odaklardan destek görmesi, zamanla “plaj kültürü”ne kamuoyunu kısmen alıştırdı. İlk başlarda gösterilen tepkinin sonradan azalmasında, TV ve yazılı medyanın çok çok büyük etkisi vardı.

“Dinî ahlâkı tahrip projesi” olarak adlandırabileceğimiz bu deniz kültürünün bizdeki tarihi hiç de eski değildir. Güney Avrupa’nın dindar Katoliklerinin ahlâksızlığın köylerine girmemesi için tedbir alabilme hürriyetleri olduğu halde, bizde devlet tam tersine ahlâksızlara kuvvet verecek şekilde tedbir alınca, Akdeniz ve Ege sahillerimiz çıplaklıkta Güney Avrupa sahilleriyle yarışır hale geldiler.

Zaman zaman darbe hükümetlerince sahilerin bu maksatla işgâl edildiğini ve hatta yağmalandığını, sahil kasaba ve köylerimizde oturanlar daha iyi bilirler. Darbecilerin ve bilhassa Kemalistlerin Marmaris ve Bodrum aşkını da bu zaviyeden değerlendirebiliriz.

Deniz sahillerinin şifa dağıttığını henüz ilimadamlarından okuyamadım. Fakat yaylaların, dağların veya sıcak suların faydalarına dair ciltlerce ilmî eserler yazılmış. İnsanları çırıl çıplak sahillere davet eden, teşvik eden veya medyanın ibresini o istikamete çevirenlerin maksatlarının “insana hizmet” olmadığı bir gerçek. Burada para kazanma gailesiyle bu sektöre takılmışları “müstehcenlik projecilerinden” ayırmak istiyorum. Sahillere “gençliği ifsat” yuvalarını kurdurtup koruyan zihniyetin, Türk milletine hiç de dost olmadığını söylemek elbette yanlış olmaz.

Denizin nimet olduğunu, insanların bu nimetlerden istifadesini fısıldayanların sesleri şimdiden geliyor bana. Elbette… Bildiğimiz gibi üzüm ve diğer meyveler de nimettir. Fakat onlardan yapılan şarabı söz konusu meyvelerle karıştırmak mümkün mü? Ahlâkın kansere yakalandığı sahillere biricik evlâtlarının gitmelerine ses çıkarmayan ebeveyne de hakikaten hayret ediyorum. Sahil kumsallarında milyonlarca gencin maddî-mânevî hayatının karardığına yine yüz binlerce şahit bulabiliriz. Büyükanne-baba olma hayalini kuran birçok ebeveynin hayalleri o gençlerin dünyalarıyla birlikte kararmıştır. Yalnız görenek belâsıyla bu iğrençliği kabul etmiş görünen ve sessiz kalmayı tercih edenlerin de insanî vazifelerini yapmadıkları düşüncesindeyiz.

Mesele tatil veya tenezzüh için ille de yaylaları tercih meselesi değildir. Mesele insanlığı kurtarma meselesidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*