Daima gülen bir Nur talebesi: Osman Güler

Sahabelerin büyük çoğunluğunun, yaşadıkları çevreyi niçin terk ettiklerini hiç düşündünüz mü? Onları Hicaz dışına, hatta dünyanın isimlerini yeni duyduğumuz yerlerine götüren sebep nedir? İslâmiyet’in kısa sürede hızla yayılmasında sahabelerin hizmetlerini ölçebilir misiniz?

Peygamber Efendimiz (asm), sahabelere yetişmenin mümkün olmadığını bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Sahabilerimi bana bırakın. Nefsimi kudreti elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, siz Allah yolunda Uhud Dağı kadar altın harcasınız, onların yaptıklarına yetişemezsiniz.”1

Sahabelere yetişmek mümkün değil. Ama onları örnek almak ve onların yolunda gitmenin bir engeli mi var?

Risâle-i Nur’da sahabeler konusu değişik yerlerde geniş olarak ele alınmaktadır. Bediüzzaman, Risâle-i Nur talebelerinin mânevî mücahedelerini, “inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar”2 olacağını belirtir. Yine Bediüzzaman, Risâle-i Nur mesleğinin, hakikat mesleği olduğunu ifade eder ve Sahabe mesleğinin bir cilvesi olduğunu söyler. Çünkü bu zaman, “imanı kurtarmak zamanıdır.”3

Asr-ı Saadette, sıdk (doğruluk) ile kizb (yalancılık), imân ile küfür kadar birbirinden uzaktı. Zaman geçtikçe, birbirine yakınlaştı. “Siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez.”4

Nur hizmetinin nice gönüllü kahramanları vardır. Onlar bulundukları yerin kutup yıldızı gibidir. Onlardan birisi hatıralarımızda yer alan merhûm Osman Güler’dir. Osman Ağabey, ismi gibi hep güler yüzlü idi. Aslen Çorum/Alacalı idi. Başka bir ilimizde de memurdu. Ama onu Çankırılılar iyi hatırlar.

1970’li yıllarda Çankırı’da nur hizmeti vardı. Ama taşıma suyla değirmen çevirmek gibi bir şeydi. O günlerde rahatsızlığı dolayısıyla Ankara’da hava değişiminde bulunan Osman Ağabeyi ikna edip Çankırı’ya götürdük. Mütevazi bir evi, nur medresesi yaptık. Mevcut nur talebeleriyle tanıştırdık. Dersler konuldu, ziyaretler başladı. Gün geçtikçe cemaat toparlanmaya ve çoğalmaya başladı. İlçelerle irtibat kuruldu. Hizmetler kısa sürede inkişaf etti. Ders halkasını daha çok öğrenciler oluşturuyordu: Ömerler, Hüseyinler, Aliler, Osmanlar, Seferler….

Medresemiz öğrencilerin ikinci mekânı olmuştu. Evinde çocuğunu göremeyen anne ve babalar medresemizin kapısını çalmaya başladı. Bir süre sonra çocuklarının arkasından babaları da geldi. Baba-oğul yan yana oturup nur derslerini dinlediler.

Ankara’da okuyan bizler de fırsat buldukça özellikle hafta sonları birkaç arkadaşla bu bahtiyar insanları ziyaret etmeye başladık. O yıllarda merhum Osman Demirci hoca konferans vermek üzere Çankırı’ya davet edilmişti. Osman Demirci hoca büyük bir sinema salonunda Çankırılılara o tatlı üslûbuyla iman ve Kur’ân ziyafeti vermişti.

Osman ağabeyin rahatsızlığı artınca kontrol için bir süre Çankırı’dan ayrıldı. Genç kardeşler Osman Ağabeyi çok seviyorlardı. Mektuplaşmalar devam etti. Onun geri dönmesini beklerken vefat ettiği haberi geldi. Ben bunu nasıl söyleyebilirdim? Bir süre sakladım. Sonra zor da olsa söyledim. Zamanında haberimiz olsaydı, cenazesine katılırdık, dediler. Ben de hatim indirelim diyerek teskin etmeye çalıştım. Hatim indirildi, duâsı yapıldı.

Birkaç gün sonra Osman Ağabeyin Ankara’ya geleceğini duydum. Bir an şaşırdım. Daha önceki vefat haberi meğer yanlışmış, başkasıyla karıştırılmış. Hemen Çankırı’daki kardeşlere de haberi ulaştırdım. Genç kardeşler Ankara’nın yolunu tuttular. Kaldığı dershaneye koştuk. Osman Ağabey hastalıktan iyice zayıflamıştı. Dünyaya geri dönmüş gibi kucaklaştık. Biz onunla konuşurken Bayram Ağabeyin ziyaretine geleceğini söylediler.

“Mübarek ağabeyin gelmesi olmaz, ben onun ayağına gitmeliyim” dedi.

“Sen rahatsızsın, gidecek durumda değilsin” diyerek rahatlattık.

Bir ara “Ağabey, biz sana hatim indirip duâsını bile yapmıştık” dedim.

Gözleri buğulandı, çok sevindi. “Allah razı olsun kardeşlerimizden, biz ölmeden peşin olarak hatmimiz de indirilmiş” dedi.

Ayrılık vakti gelmişti. Uzun görüşmeden sonra teker teker tekrar kucaklaştık.

“Ağabey hakkınızı helâl edin” dedik. İsteklerini sorduk.

“Ben ahiret yolcusuyum artık. Göremediğim kardeşlere selâm götürün. Bana da duâ edin” dedi.

“Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Üstad Said Nursî’ye ve ağabeylere de bizden selâm götürün” dedik.

Sanki bir yakınımızı yolcu ediyor gibiydik. Kimsede ayrılıktan başka bir üzüntü yoktu. Biz biliyorduk ki, “Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”5

Osman Ağabey Ankara’ya kardeşlerle, dostlarla helâllaşmaya gelmişti. Birkaç gün sonra köyüne tekrar döndü. Ankara’dan çıktığı gibi kısa bir süre sonra da dünyadan çıkmıştı. Allah rahmet eylesin. (âmin)

Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, s. 1002;
2- Kastamonu Lahikası, s. 111;
3- Emirdağ Lahikası, s. 61;
4- Hutbe-i Şamiye, s. 55;
5- Mektubat, s. 221

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*