Dallar; semeratı, Rahmet namına takdim ediyor

“Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanâttan hiçbir tanesi yoktur ki, sanat-ı acîbesiyle ve lâtif ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle Seni bildirmesin.”
(Asâ-yı Musa)

Ey yeşiliyle beyazıyla gelen nevbahar! Pembelere beyazlara bürünüp, en güzel libasını giyip, sarı beyaz papatyalardan başına taç edip bütün güzelliğinle yine tam zamanında bütün ihtişamınla nazlı bir gelin gibi salına salına geldin, hoş geldin. İki bahar arası sen gittin gideli, kim bilir kaç nefes terk etti seni? Kim bilir kaç yeni nefes merhaba dedi gidenlerin yerine yeni bahara. Kim bilir, belki bizim de gördüğümüz bu son baharımızdır. İnsanın ömrü üç gündür. “Dün gitti, yarın gelmedi, o zaman bu günümüze bakalım”. Şimdi şu güzellikleri görebiliyorsak, yeşilin en koyusunda kaybolup mavinin en tatlı buğusuna dalabiliyorsak, iki rengin muhteşem uyumuyla seyr-ü sefa ederken portakal ağaçlarının altında tatlı tatlı esen rüzgârın burnumuza getirdiği o muhteşem kokusunu en güzel armağan olarak içimize çekebiliyorsak, bu güzellikler içinde bizi yaratana, bu muhteşem bahar sergisini bize gösteren Rabbimize yeniden nefes almamıza izin verdiği için binler şükürler ederek, hamdüsenâlar olsun diyoruz. “Hem baharı; Cenâb-ı Hakk’ın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni-i Hakîm’in antika san’atının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i san’atı olduğu cihetiyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsını sevmektir.”1

Hiç sanmıyorum ki, baharı sevmeyen yoktur. Hem manevî güzellikleri yönünden hem de zahiren görünen lâtif nakışlarının eşsiz güzellikleri için.

Ömrümüz gibi hayattan ahrete giden yolda, eğer yanındaki yol arkadaşın iyiyse, yol azığın da tamam ise yolculuk hem güzel gelir, hem de o madden ve manen uzun yollar kısa olur nasıl geçtiğini anlayamazsın. Ama eğer ki yol arkadaşın kötüyse, yol azığın da yoksa, vay haline aç susuz, bir de çekilmez bir arkadaş, yollar bitmek bilmez; uzar da uzar…. İşte ben de böyle bir bahar yolculuğu esnasında en iyi yol arkadaşı olarak yanıma “tefekkürü“ aldım, “kitabımı” aldım, “Cevşenimi” aldım. Gözümün önünden film şeridi gibi geçen kâinat tablosunun her bir karesini bile boş geçirmemek için hayretengiz, tefekkürî, müdakkik bir nazarla her yeri izleyerek yola devam ettim. Ömür gibi geçip gitti otobüs uzun uzun yollardan. Bazen yeşilin en güzel renkleri içinde birbirine karışmış çeşit çeşit ağaçları gördük, bazen de insanı korkutacak kadar görkemli, haşmetli, celâlli dağları sarp kayaları gördük. Bunları izlerken de yüzüme tatlı bir tebessüm ilişti usulca. Tefekkürden hâsıl olan hüsn-ü san’atın güzellikleriyle, gözümden kalbime akan, hızla dilime gelip benimle yaraşırcasına aşkla dolup taşan, harfsiz kelimelerle kendimle sözsüz konuştum dedim ki; Allah’ım sen yarattığın her şeyi o kadar muhteşem, o kadar güzel yaratıyorsun ki şüphesiz, ne çiçekleri yığıyorsun ardı arkası tarlalara, ne dağları diziyorsun kayalıklara. Ne göz bıkıyor maviye yeşile bakmaya, ne ruh sıkılıyor dağları aşıp ovalara salınmaya. Gündüz; nurun aydınlığı, güneşle başlayan yolculuk, akşamın kızıllığına, sonra da yavaşça gecenin karanlığına bıraktı kendini. Otobüs de hızla ilerledi o muhteşem manzaralar karşısında bir an önce gideceği yere, yolcularını ulaştırmak için.

Ne kadar güzel ki, bu baharı başka bir iklimde başka bir diyarda yaşamak, görmek nasip oldu. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözünün doğruluğunu ıspatlar gibi güzel tefekküri zamanlar geçirdik elhamdülillah. Gözümüzün, ruhumuzun gıdasını her fırsatta vermeye çalıştık. O kadar güzel yaratılmış ki her şey. İnsan kendini kâinatta bir canlı olarak ne kadar az yer kapladığını küçük olduğunu düşünse bile, tefekkürüyle kocaman bir dünyası oluyor. Onun için de deryalara, adeta umman denizlere dalıyor. Allah’ım o kadar güzel bahar tabloları çizmişsin ki etrafımıza, onları bakıp da görmemek, o güzel bin bir çeşit kokularını duymamak hüsn-ü san’atını bilmemek mümkün değil.

Evet, güzel görmek, insanın en az yaptığı şey. Hayatı kendimize o kadar zindan ediyoruz ki… Aklımızda yaşadıklarımızla, yaşanmadıklarımızın özlemleri içinde sürekli gelgitler yaşıyoruz. Allah’ın bize verdiği bu güzel anları sağlığı, huzuru, mutluluğu görmezden geliyoruz. Mutlu olmak istersek sebep çok. Ama mutlu olmasını bilen yok. Kimse bize gelip “Al bu senin mutluluğun, huzurun” demez, diyemez. Hazır elimize veremez. Çünkü o insanın içinde var olan, ama saklı olan bir letafet.

İşte gittiğim yerde böyle bir mutluluk hazinesinin kırıntılarıyla kurduğum, huzur bulduğum ve içimin coşkuyla, sevinçle dolduğu güzel bir Cennetü’l-Baki gibi düşündüğüm bir yer. Binaların arasında yeşillikler içinden geçilen küçücük bir patika yolun bitiminde maviyle yeşilin ihtişamının en güzel hâli. Her fırsatta buraya kaçıp kendi dünyamda saklanmayı, sessizliğin içinde sadece kuş seslerinin eşliğinde kitap okumayı, bu muhteşem bahar san’atını seyretmeyi seviyordum. Koşarak gider, portakal ağaçlarının içinde portakal çiçeklerin mis kokularıyla burnumuza, dallarındaki kuş cıvıltılarıyla kulağımıza, gökyüzünün mavisi, kucağındaki pamuk yumağı gibi bulutları ve çimenin yeşili, güllerin pembeliğiyle gözümüze, bunların hepsiyle ruhumuza huzur veren, kuru dalları yeniden yeşerten, çiçeklerle donatan, duygulara umutlara sevinçlere yeni bir hayat veren Rabbime sonsuz şükürler olsun diyerek uzun bir süre tefekkür deryasına dalardım.

Bu meşakkatli zorlu dünyada ömrümüz hep bahar olsun, misk-i amber koksun. İki cihanımız cennet bahçesi olsun inşaallah.

Dipnot:
1- Sözler, Otuzikinci Söz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*