Demokrasinin neresindeyiz..

Batıdan örneklerle başlayalım..

Amerika’nın sevilen başkanı John F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te planlanmış bir suikaste kurban gitmesiyle yerine geçen Lyndon B. Johnson, “Devlet yönetimine halkın katılmasını, demokrasinin temeli” saydı ve buna çalıştı.

William Dean Howells’in şu hükmüne bakınız: “Despot insanlar yok edilmektedir, fakat devlet hâlâ kollektif bir despot olarak varlığını sürdürmektedir.”

Bu sesler, en demokratik ülkelerin içinden yükselmektedir. Demek ki bugün en demok- ratik ülkelerde bile, gerçek demokrasiye ve tam demokratlara ihtiyaç vardır.

Bizde ise, demokrasi şaibeli ve arızalıdır. Yığın yığın tahribatlara karşı “tamir” gerekiyor. Bunun için de cumhurî yönetimin ve demok- ratik hakların ön gördüğü bütün kurumlar, devlet de dahil, el ele vererek ancak üstesinden gelinebilecek devasa problemler vardır.

Demokratlık, halka hizmetkârlıktır. Halkın inanç ve fikirlerine saygı göstermektir. Demok- rat olan siyasetçi, kendi menfaatini milletine feda eder. Esasen böyle olmasına ve bu mânânın tahakkuku için bütün dünyada cansiperane çalışanların varlığına rağmen, istenilen düzeye gelinemiyorsa, bu hal; insanlık âlemindeki müthiş bir kaymanın, asayiş, ahlâk ve inançta korkunç bir çöküşün varlığından haber verir. Dünya için semavî ve İlâhî emirlerden uzaklaşmanın, Müslüman için iman ve İslâmiyete lâkayt kalmanın neticesidir.

Çünkü “İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o kadar parlar. İşte Asr-ı Saadet!”

“Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.”

“Çünkü insana karşı hürriyet, Allah’a karşı kulluğu gerektirir.”

“İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.”

İşte tırnak içindeki bu sözlerin sahibi Bediüzzaman, “Ekmeksiz yaşarım, fakat hürriyetsiz yaşayamam” diyerek meydana çıktı. Türkiye’de zuhur etti, ama bütün insanlığa hitap etti. Onun her alanda getirdiği ölçülere bütün insanlığın ihtiyacı var.

İşte buyrun ülkemizdeki manzaraya bakınız.

2002 seçiminde, 28 Şubat’ın estirdiği kasırgalardan kurtulmak isteyen milletin, ister istemez ümit bağladığı ve kurtuluş reçeteleri için katıksız yetki verdiği bir iktidar, milletin bu teveccühüne lâyık olabildi mi?

Demokrasinin ülkemizde hazımsanmış ve benimsenmiş olduğu söylenebilir mi?

Bugün hâlâ, aradan 71 yıl geçmesine rağmen, “Yeter söz milletindir” parolası tazeliğini koruyorsa, peki söz millette değil de, kimdedir ve nerededir ki, onu oradan alıp millete tevdi etmek gerekmez mi?

Bütün partiler sonuçta millete dönmüyorlar mı? Millete söz verip milletten destek istemiyorlar mı?

– Bize destek verin, bizi parlamentoya gönderin, size söz veriyoruz, yeni sistem ne derse, tek adam ne derse biz onu yapacağız! Milletin huzuruna böyle bir vaadle çıkan bir partiye rastladınız mı? Hayır!

Madem ki seçimler, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Madem ki “seçilmişlerin üstünlüğü” vardır, öyleyse seçilmişler de bunun şuurunda hareket etmeli, demokrasinin kendilerine sağladığı “üstünlük” nimetini, millet namına kabul etmeli, asıl üstünlüğün kendilerinde değil, kendilerini vekil tayin eden millette olduğunu bilmeli, milleti “üstün” ve “şerefli” kılacak icraat ve uygulamalarda bulunmalı, milleti zelil ve perişan edecek girişimlere, nereden ve kimden gelirse gelsin, kendi canları ve “son”ları pahasına müsaade etmemeli..

Elbette ki her nimetin bir külfeti, her rahmetin bir zahmeti ve gerçekleştirilmesine çalışılan her idealin bir bedeli olacaktır.

Ne gariptir ki, ülkemizde her kazanım, her nimet ve her yetki, ilgililerin su-i istimalinden kendini kurtaramadığı gibi, demokrasinin seçilmişlere tanıdığı bu “üstünlük” nimeti de, millete ait olmasına rağmen, seçilmiş kişi kendi menfaati istikametinde kullanabilmiş, dokunulmazlık zırhına bürünerek, hasbelbeşer işlediği cürmlerden sıyrılma yoluna gitmiştir, gidiyor..

Peki o zaman biz demokrasinin neresindeyiz?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*