Deniz Gezmişlere yazık değil miydi?

Kutlular Ağabey rahmetli olduktan sonra, ona bir çok zevat vefasını gösterip, onu iyilikle yâd ettiler. Bunlardan biri de Ruşen Çakır’dı.

Ruşen Çakır, youtube üzerinden, mu’tad yaptığı bir programına; “Said Nursî, Nurculuk ve Mehmet Kutlular” başlığını verip, yarım saate yakın, o mevzuyu anlattı. Bizler de ona tebrik ve teşekkür cevaplarıyla karşılık verdik. Konuşmasının bir yerinde, kendisinin solcu olduğunu, bunu saklamadığını ve bu gibi programlarından dolayı, kendi cephelerinden çok tenkid aldığını da söyledi. Ve şöyle bir ifade de bulındu. “…solcu birisinin İslâmî birisini okuması, merak etmesi ve onun kimi yönlerini takdir etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Aynı şekilde, tersine, bir İslâmcının, sağcının vesairenin meselâ, bir Deniz Gezmiş’ten, Mahir Çayan’dan bahsetmesi, ki bahsetmeleri gerekir. Bahsetmeyenler, o çok, Erdoğan’ın tabiriyle, ‘yerli ve millî’ özelliğini taşımayanlardır.”

Bu söz, daha doğrusu son kısmı, bana biraz dokundu ve içimden dedim ki; “Kardeş, siz Nurcuları, hele de Yeni Asya Nur Cemaatini çok iyi tanımamışsınız. Niye bahsetmeyelim ki… Elbette Yeni Asya’nın bir şiarı olan, “hakkın, doğrunun sözcüsü” olmak sadedinde, fena ve fani adamların sözlerini, Külliyatına alan bir Üstadın talebeleri olan bizler de, elbette hak ve doğruyu nazarlara veririz.” Ve bunun üzerine, böyle bir makale yazmayı düşündüm.

Aslında, 12 Mart hadisesi üzerine yazdığımız makalede, Deniz Gezmişlerin, banka soyup, yanımızdan hızla geçtiğini ifade ettiğim kısmını okuyan, kendisi de, ODTÜ mezunu olan,  müdakkik arkadaşım Murad Nardağ, bana başından geçen bir hadiseyi anlatmış ve sonrasında, Ruşen Çakır’ın anlattığı bu kısımdan bahsetmem üzerine, gelecek seneki 12 Mart sene-i devriyesinde yazmayı düşündüğümü de söyleyince, Murad kardeşim dedi ki; “6 Mayıs, onun ölüm senesi, o gün de yazabilirsin.” Gerçekten de onun söylemesi iyi oldu, ben bilmiyordum. Hem, mevzuun aktüalitesi çok geçmeden, hem de tarihine münasiplik olması bakımından bu gün yazıyoruz.

Murad kardeşimin anlattığı hatıra şuydu: “1975 yılının bahar aylarındaydı. ODTÜ Hazırlık Okulu’nda okuyordum. Evden çıktım elimdeki ders kitapları ile okulumuzun Sıhhiye’deki otobüs duraklarına doğru yürüyordum. Arkamdan, uzun boylu, kıravatlı, takım elbiseli, tahminen 50’li yaşlarda birisi yetişti. Aramızda şöyle bir konuşma geçti. ‘Merhaba evlât, nereye böyle?’ ‘Okula gidiyorum Amca.’ ‘Nerede okuyorsun?’ ‘ODTÜ’de okuyorum Amca.’ ‘Aferin, çok güzel oğlum. Ben Deniz Gezmiş’in babasıyım. Gencecik oğlumu kaybettim, yüreğim yanıyor evlâdım. Sakın ha, sakın ha, olaylara filân karışayım deme! Bir an önce okulunu bitirmeye bak. Ciğerim yanıyor, yüreğim kan ağlıyor evlâdım…’, ‘Olur, pekiyi, teşekkür ederim, sağolun amca…’ Durumuna çok üzüldüğüm bu iyi insan, yine aynı hızlı adımlarla yoluna devam etti…”

Bu sözleri duyunca, yüreği yanan bir babanın hâli gözümün önüne geldi ve ben de üzüldüm. Evet, netice itibariyle, devlete ve millete karşı işlenen bir fiilden dolayı, devletin o bildik reflekslerinin hareketiyle idam edilmişlerdi. Ama iş oraya gelene kadar nasıl olmuştu da bu gençler bu vaziyete gelmişti? Kim, bunları bu hâle getirmişti? İşe bir de bu cihetten bakmak lâzım.

Babam rahmetli, bizlere çok kıssalar anlatır ve bunun üzerinden de ders verirdi. Şöyle bir şey anlatmıştı: “Zamanın birinde, adamın biri çok büyük hırsızlık yapmış ve idama mahkûm olmuştu. Son arzusunu sorduklarında, ‘Annemi getirin, onu dilinden öpmek istiyorum’ demiş. Annesini idam meydanına getirmişler, adamın yanına çıkınca ‘Anne, dilini uzat da bir öpeyim’ demiş. Anne dilini çıkartır çıkartmaz, oğlu ‘hartt’ diye annesinin dilini ısırıp kopartmış. Tabiî meydandaki ahali şaşırmış. Niye böyle yaptığını sorduklarında; ‘Beni bu hâle getiren annemdir. Daha küçük bir çocukken, komşunun kümesinden yumurta çalar getirirdim. Annem, bana kızıp, nasihat edeceği yerde, beni sever ve aferin oğlum der, iyi yaptığımı söylerdi. Daha sonra, tavuk, kuzu derken, ne çalıp getirdiysem, hep beni teşvik etti. İşte, onun için beni bu hâle getiren annemin dilini koparttım’ demiş.”

İşte bu kıssa da, bana onu hatırlattı. Dediğimiz gibi, neticede, devlete, millete yapılan fiilin tasvip edilecek tarafı yok. Ama bu gençleri, hepsi de bu vatanın birer evlâdı olan bu gençleri, (şu anda da PKK alçaklarının elindeki gençler de buna dâhil) bu hâle getiren kim? Süfyanizm değil mi? Altı asırdır İslâmiyet’in bayraktarlığını yapan bu aziz milleti, “Din öldürülecektir! Dinsiz bir nesil yetiştirilecektir!” diyerek, terbiye-i İslâmiyeden uzaklaştıran, materyalist bir felsefe ile yetiştirilen, hak, hukuk, adaleti yerle bir eden bu Süfyanizm sistemi değil miydi bu yanlış ve bozuk işlerin müsebbibi?

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bunu, tâ 1951 senesinde, tam tarihiyle işaret etmişti. Meyve Risalesi’ndeki; “….Eğer beraber olsa, Milâdî 1971 olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak” dediği, işte buydu. Fitne, fesat tohumlarını ekenler, bırakın onları ıslah etmeyi, bilâkis daha da alevlendirerek, kendi elleriyle, öyle bir anarşist nesil yetiştirmişlerdi. Dolayısıyla da işte öyle, sonradan da o gençleri itlâf ederek, bozuk çarklarını, bozuk düzenlerini, hep kan dökerek devam ettire gelmişlerdir.

Evet, yazık değil miydi Deniz Gezmişlere?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*