Şükürler olsun ki; Bediüzzaman ve Risâle-i Nur eserleri, sadece Türkiye’nin değil, başka ülkelerin de gündemlerine girmiş durumda. Bir şekilde Risâle-i Nur eserleriyle tanışanlar onun farklı yaklaşımı ve insanları ikna etmesi karşısında hakkı teslim ediyorlar. Bununla birlikte, Türkiye’yi idare eden yöneticilerin bir kısmının sahip olduğumuz bu ‘değer’in çok da farkında olmadıklarını söyleyebiliriz.
Maksadımız geçmişteki yaraları kanatmak değil. Ancak bir husus var ki, inkâr etmek ve görmezden gelmek mümkün değil. Risâle-i Nur ve onun muhterem müellifi, uzun yıllar haksızlıklara ve zulümlere maruz bırakılmıştır. Aradan yıllar geçmiş ve yapılan hataların kısmen de olsa farkına varılmış, ama bunların ‘hata’ olduğu itiraf edilmemiştir. Hatırlanmalıdır ki Bediüzzaman’a hayattayken rahat yüzü vermeyenler, onu mezarında dahi rahatsız etmiş, defnedildiği yerden çıkarıp bir meçhule götürmüşlerdir.
Şunu unutmuyoruz: Bediüzzaman Hazretleri hayattayken, vefatından sonra mezarının (birkaç talebesinden başka) kimsenin bilmemesini istemiş ve bunu ifade etmiştir. “Eddai”nin bir kısmı şöyledir: Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde/ Saidden yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma./ Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş, / Beraber ağlıyor Haşiye 3 hüsrân-ı İslâm’a. (Sözler, Lemeât, s. 635)
Fakat bu durum, yani Bediüzzaman’ın “Mezarımın yeri bilinmesin” duâsı; zalimlerin zulmünün çirkinliğini ortadan kaldırmaz. 27 Mayıs 1960 darbesine imza atanlar bu zulmü işlemiş ve Bediüzzaman’ın naaşını bilinmeyen bir diyara götürmüşlerdir. Üstadın talebelerinin ifadesine göre, sonraki yıllarda (Allah’ın hikmetiyle) mezarı ‘kaçıranlar’ da mezar yerini bilemez hale gelmiştir. Dolayısıyla darbeciler zulmetmiş, ama öte yandan da Bediüzzaman’ın duâsı ve niyazı kabul olmuştur. Bu bakımdan Risâle-i Nur eserlerini okuyanlar, Bediüzzaman’ın mezarının yerinin bilinmesi gibi bir gayretin peşinde olmamıştır ve olmaz. Bununla birlikte zalimlerin imza attıkları zulmün de farkındadırlar.
Zaman zaman bazı sivil toplum kuruluşları “Bediüzzaman’ın mezar yeri bilinsin” diye açıklama yapıyorlar. İfade etmeye çalıştığımız gibi, Risâle-i Nur eserlerini okuyanların böyle bir talebi yok, çünkü bu talep Bediüzzaman’ın ‘vasiyet’ine de aykırı olur. Bununla birlikte ona yapılan bu zulmün ifade edilmesi, dile getirilmesi ve bilinmesi de gerekir. Bu zulme imza atanların bir “özür” borcu olduğu da bilinmelidir.
Şunu da biliyoruz ki, devlet ya da idarecilerin özür dilemesi ya da dilememesi Bediüzzaman ve onun eserlerinden istifade edenler açısından ne bir kayıp ne de bir kazançtır. Bu sadece, özür dileyenlere itibar kazandırabilir. Çünkü Bediüzzaman zaten millet nezdinde itibar sahibidir.
Eğitimle ilgili konuların yoğun bir şekilde tartışıldığı günümüzde, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ‘eğitim modeli’nin de ciddiyetle incelenmesi ve istifade edilmesi gerektiği de hatırlanmalıdır. Onun eğitimle ilgili tavsiyelerine kulak verilseydi, acaba içinde bulunduğumuz kriz haline düşer miydik? 100 yıl önce “Medresetüzzehra Üniversitesi”nin kurulduğunu ve fen ilimleri ile din ilimlerinin birlikte okutulduğunu hayalen düşünün… Eğitim sistemi böyle tıkanır mıydı?
Benzer konuda makaleler:
- Bediüzzaman’ın türbeye ihtiyacı yoktur!
- Fikirleri yenemeyen mezarlara saldırır
- Devlet Said Nursî’den özür dilesin
- Risale-i Nur meydandadır
- Yarım asırdır bilinmeyen mezar
- Anma programı teklifi
- Abdulmecid Ünlükul ve o gece
- Teşvik eden Üstad
- Adilcevaz’lı Bekir Ağa
- 27 Mayısların fotoğrafı
İlk yorum yapan olun