Diktatör üreten zihniyet ve İslâmiyet

Hürriyetlerin altın çağında halen dünyanın dört bir yanında dikta rejimlerinin yaşıyor olması insanlık için yeterince utanç verici bir durumdur. Şüphesiz dünyanın yeraltı zenginliklerinin en üst düzeyde olduğu coğrafyalarda halen dikta rejimlerinin yaşıyor olmasında, bu ülkelerin kaynaklarını sömürmek isteyen emperyalist güçlerin payı büyük.

Kaynakları o coğrafyaların halklarının yerine kendi tekelleri altında tutmak isteyen süper güçlerin, kukla diktatörler ile yönettiği ülkelerde, şimdilerde sonunun nereye varacağının pek kestirilmediği gelişmeler yaşanıyor.

Sonunun nereye gideceği pek belli değil. Zira olayların kaynağının, tetikleyicisinin ve teorisyenlerinin kim olduğu da açık değil. Kimileri tarafından üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelendirilen ve ne yazık ki birçoğu İslâm diyarı olan bu ülkelerde, hem rejimler süper güçlerin kontrolü altındadır, hem de rejim değişiklikleri bu kontrol mekanizmasının dışında pek şekillenmez. Peki, fıtrî ve tabiî bir takım halk hareketleri olamaz mı bu memleketlerde. Pek tabiî ki olur. Ancak demek istediğimiz o ki, şu anda bu cereyanların gerçek anlamda hangi saiklerle başladığını ve devam ettiğini bilemiyoruz.

Bildiğimiz tek bir şey var ki, Kuzey Afrika başta olmak üzere Orta Doğu’nun büyük bir bölümünü de saran bu hareketlenme ortalama 30-40 yıllık diktatörlük ve tek adam rejimlerini yıkacak kuvvete ulaşmış durumdadır. Velev ki, bir takım dış etkenlerle tetiklenmiş olsa dahi, şimdilerde çoktan kontrolden çıkmış ve sonu görülemeyen bir uçuruma sürükleniyor gibi görünmektedir. Bu gibi kalkışmalar ve hareketlenmelerde içi en çok acıtan durum, ne yazık ki sivil ve masum insanların katledilmesi veya hayatlarının altüst olmasıdır. Şüphesiz hiçbir şey insan hayatından daha fazla ehemmiyetli değildir. İnsan hayatına ne pahasına olursa olsun kıyabilen bir zihniyet ise, en büyük lânetlenmeyi ve kınamayı hak etmiştir. Öte yandan, insan hele ki imanlı bir insan, hürriyetleri uğruna canından dahi geçebilir. Zira çağın müfessiri Bediüzzaman, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” derken, bu müthiş hakikate parmak basmıştır. İşte şimdilerde sokaklara dökülerek canları pahasına mücadele eden insanların bu cansiperane haykırışlarını bir hürriyet mücadelesi ve çırpınışı olarak görmek durumundayız. Onları ateşe atan ve iktidarları uğruna üzerlerine bombalar yağdıran zalimleri ise, birer gaddar ve birer çılgın ve birer zorba olarak anacağız.

Şüphesiz hiçbir halkın kaos içinde yaşamasına göz yumulamaz. Bugün Libya’da olanlar ne yazık ki, hiç de arzu edilemeyecek bir noktaya doğru gitmektedir. Libyalılar birlik ve bütünlüklerini bir çılgınlık uğruna kaybetmek üzereler. Hassas dengeler üzerine oturmuş bu coğrafyalarda, en ufak bir destabilizasyonun bile dehşetli neticeler verebileceği ve bölgeyi topyekûn bir yıkım ve kaosa sürükleyebileceği akıllardan çıkarılmamalıdır.

Artık dünyada çılgın liderler devrinin sona ermesi gerektiğine dair son örnek Libya lideri Muammer Kaddafi olmuştur. Ne yazık ki, tam demokratikleşememiş ve hürriyetlerinin farkına varamamış toplumlardan bu tip çılgın diktatörler türemesi muhtemeldir. Bunlar ihtilâl yapıyorum zannıyla kralları devirirler, ancak bunun yerine kendi krallıklarını ilân etmekte pek gecikmezler. Halklar her iki durumda da ezilen ve sömürülen konumunda kalır. İşin en acılı yönü ise çoğu zaman bu tip diktatörlerin dinî kisveler altında yola çıkması, dinden ve dindarlardan tam destek görmesidir. Halklar, kendilerini mutlak kurtuluşa ulaştıracak kahraman liderler psikozundan bir türlü sıyrılamazlar. Her yönüyle onlara inanır ve biat ederler. Bu gibi aldanmışlıklara sadece “Üçüncü Dünya ülkelerinde” değil kimilerinin nitelendirmesiyle “ileri demokrasilerde” bile rastlamak mümkündür. İslâm’ın özünde asla saltanata, diktaya ve tek adam rejimlerine müsaade yoktur, olamaz da…

Ta ilk zamanda, Hz. Hüseyin (ra) saltanat ve istibdat yanlılarına karşı “Hürriyet-i Şer’iye” kılıcını çekerek, istibdadın yani diktatörlüğün başını kesmek için doğruldu, fakat ne yazık ki, Bediüzzaman’ın tabiriyle, istibdadın kuvveti olan cehalet ve vahşet, her taraftan gelerek istibdada güç ve kuvvet verdi… Netice itibariyle ise Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin döneminde özenle tesis edilen “hürriyet ve meşrûtiyet” ortamı kanlı bir şekilde kesintiye uğramış oldu.
İşte bugün İslâm coğrafyasında damlayan kanlar, o günlerden bugünlere istibdada kuvvet veren “cehalet ve vahşetin” eseridir. Müslümanlar olarak, bütün insanlığa örnek olacak bir şekilde, baskının, zulmün ve diktanın her türlüsüne karşı durulabildiği ölçüde akan kan duracak ve hürriyetler yeşerecektir.

Hiçbir liderin müstebitleşmesine, diktatörleşmesine fırsat vermemek halkların elindedir. Onlara sadece birer “hizmetkâr” olduklarını öğretmek halkın elindedir. Biat şuurundan, “Padişahım çok yaşa” zihniyetinden vazgeçip, artık hesap soran, hakkını savunan, demokratik anlayışa sahip ve kurtuluşun mu’cizevî liderlerle değil, tam hürriyet-i şer’i düsturunu esas alan meşrû sistemlerle mümkün olabileceğinin farkında olan bir bilince erişmek durumundayız. Aksi halde daha nice diktatörler yetiştiririz. Süper güçlerin kuklaları olmaktan başka bir meziyetleri olmayanları başımıza lider yaparız.
İşte tam ve gerçek uyanış ve kalkışma, böylesi bir zihniyet değişimiyle mümkündür.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*