Dimağdaki mertebeler ve insan manzaraları

alt

İnsanların hayatlarında tevhidi ne kadar içselleştirdikleri tavır, söylem, kişilik, davranış ve duygu hareketliliklerinden az çok anlaşılabilmektedir.

Hiç şüphesiz iman ile amel arasında bir mesafe vardır. Kişinin imanî derecesi bu mesafeyi kısalttığı ölçüdedir. Yani inandığı, öğrendiği bir hakikati hemen amele dökmek ve hayatında yaşanılır kılmaktır. Fakat bazıları için bu mesafe uzun bir zaman dilimini alırken bazıları için bir ömür boyu sürmektedir. Yani bir hakikati öğrenip, akıl süzgecinden geçirip, tasdik etmesine rağmen, fiiliyata geçiremeden ömrünü tamamlayan nice insan vardır. Hep ‘yarın, yarın’ diyerek o yarının hiç gelmediği ve kayıplarla ahirete intikal eden veya ömrünün en verimli zamanlarını gafletle geçirip, aklı başına geldiğinde ise, iş işten geçtiğini idrak eden insanların sayısı hiç de az değildir.

İşte insanın tevhide dair, iman ve amele dair bilgileri dimağdaki ilim mertebelerinden bir bir geçer ve nihayetinde insanda sağlam bir itikat oluşur. Bu itikadın gereği olan amelleri hayatında hemen uygulamaya başlar. Ne var ki insanın dimağındaki ilim mertebelerine takılıp tevhidi içselleştiremediği, inandığını fiiliyata geçiremediği veya bu ilim mertebelerini sağlıklı bir şekilde mezc edemediği için yanlışlara düştüğü durumları vardır. İşte cemiyet hayatındaki insan manzaralarına bakıldığında tevhide dair farklı farklı anlayışlar ve yaşayışlar bundandır.

Bediüzzaman, Lemaat adlı eserinde, “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise” başlığı altında, ‘kalbin ma’kes-i efkârı’ olan dimağdaki mertebeleri anlatır.

İnsanın hislerinin ma’kesi vicdan, fikirlerinin ma’kesi dimağdır. Her ikisi de lâtife-i Rabbaniye olan kalbin iki şubesidir. Tevhide dair bir bilginin dimağdaki ilk oluşumu ve adımı ‘tahayyül’ aşamasıdır. Yani hayal etmektir. Nitekim bütün fikir ve düşüncelerin ilk çıkış merkezi hayallerdir. Manalar, hayallerde suret giyerler. Bu yüzden gaye-i hayali olmayan insanların zihinleri ‘ene’ye dönüşür. Yani kendilerini düşünmekten, kendi nefsî haz ve isteklerini tatminden başka bir şey düşünemeyen insanların halidir. Maddî ve manevî terakkînin kökü, temeli hayal gücüdür. Dolayısıyla hayaline bir amaç, bir ideâl, bir hedef giydirmeyen insan, gücünü, istidadlarını, enerjisini kuvveden fiile çıkartamayacaktır.

Bu noktada hayalleri sorgulamak ne kadar hamiyet sahibi olduğumuzu, yüksek ve ulvî gayelerimizin olup olmadığını kontrol etmek gerekir. Fakat hayallerin, sadece hayalde kalmaması dimağdaki sırasıyla gelen diğer mertebeleri tek tek aşması gerekir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, tahayyül aşamasında kalan bir düşünce, ‘safsata’ya dönüşür. Bu anlamda Bediüzzaman’ın “Dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır” (12. Söz) demesi manidardır.

İşte cemiyet hayatındaki pek çok insan, genellikle tahayyül merhalesine takılmış, miskin ve zillete düşmüş bir halde ömür tüketirler. Evet, hayaller fiil ve eyleme, fikir ve kabule, tasdik ve tatbike, izhan ve yakîne çıkmalıdır.

Bir başka insan manzarası ise, dimağ mertebesinde ‘tasavvur’ aşamasına takılıp kalmış insanlardır.

Tasavvur ile manalar lâfızların kalıplarına girerek şekillenir. Yani görünür hale gelir. Hayallerin tasvire dönüştüğü bu aşamada kelime ve kalıpların dimağda teşekkül etmesi gerekir. Çünkü fikirler, düşünceler, projeler önce dimağda kelimelerle ve lâfızlarla ifade edilir. Tasavvur aşaması fikir binasının temellerinin ilk harcını oluşturur.

İşte bu mertebede kalan ve bir adım öteye geçemeyen insanlar Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘bîbehre’ yani, ‘nasipsiz ve mahrum’ halde kalır.

Nitekim bir çok insan ‘bîbehre’ bir halde, hakikatlere ilgisiz ve merak etmeden hayatlarını devam ettirirler.

Dimağın üçüncü mertebesi içi ‘taakkul’ aşamasıdır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak anlamındadır. Akıl, bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koyar. İnsan bu aşamada takılıp kaldığında ‘bîtaraf’ yani tarafsız olur. Meselâ, din-i hakkı araştırıp insanlığın saadetine vesile olacak bir din olduğunu akılları, mantıkları kabul ettiği halde tarafsız bir duruş sergileyen insanların durumu böyledir. Dinin, inancın, ahlâkî değerlerin yaşanmasına dair katkısını bilen ve fark eden bir insanın bu inançtan uzak durması yine bir başka insan manzarasıdır.
Dimağın dördüncü adımı ise, ‘tasdik’tir. Yani ‘taakkul’ aşamasından süzülmüş ve özet haline gelmiş bilginin dimağda doğrulanma işidir. Dimağın, karar verme işlevini yerine getirmesidir.

İnsanın sağlam bir duruş ve itikat elde etmesi için, düşüncenin sadece akla tastik ettirilmesi yeterli değildir. Nitekim hak ve hakikati tasdik edip, taraftar olmuş, fakat dinlerini, yaşantılarını, hayat görüşlerini değiştirmemiş insanların varlığı bir gerçektir.

İşârâtü’l-İ’câz adlı eserde din-i hakkı ve Resulullah’ı (asm) çok doğru anlamış ve övgüyle bahseden bilim adamları aslında dimağın tasdik aşamasında kalıp, bir adım öteye gidememişlerdir. Prens Bismark, Mr. Carlyle, Prof. Edward Monte gibi.

Dimağın beşinci adımı ise, “iz’an”dır. Yani aklın tasdikinden geçmiş hakikatlerin kalpte yer etmesi, kalbin onayına sunulması aşamasıdır. Artık kalp ve vicdan devreye girmiştir. Bediüzzaman, Mektubat’ta, “İlimde iz’an-ı kalp olmazsa cehildir; iltizam başka, itikat başkadır” der.

Yani insanın öğrendiği bilgiler kalbin tasdikini almazsa, sadece bir yığın hâline gelir. Kalpte iz’anın olup-olmayışı, insanların mü’min, münafık, mürted olduğunun bir göstergesidir. Meselâ münafıkların özelliği, dillerinin ikrar edip, kalblerinin iz’an etmeyişidir. Bediüzzaman, iz’an aşamasının ‘imtisâl’i doğuracağını söyler. Yani artık hakikatlerin kalbinde mâsadak bulması sonucunda o insan, hak ve hakikatlerden ayrılmaz ve hayatında yaşamaya başlar.

Altıncı adım ise, ‘iltizam’dır. Yani taraf olmaktır. Bu mesele ile ilgili olarak Bediüzzaman, “İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz’andır.” demiştir. Yani eskiden bazı dinsizler Kur’ân’ın hükümlerine şiddetli tarafgirlik göstermişlerdir. Üstad’ın tâbiriyle ‘dinsiz bir Müslüman’dırlar. Bazı mü’minler ise, ahkâm-ı Kur’ân’a tarafgirlik göstermemişler. Onlar da “gayr-i müslim bir mü’min” olmuşlardır. (Mektubat) Fakat, dimağın “iltizam” aşamasında dahi bir tehlike bulunur. Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘taassup’ ortaya çıkabilir. Meselâ radikal eğilimlerin hepsi, hoşgörüsüz ve insafsız yaklaşımlar, önyargılar, körükörüne taraftarlık, fanatizm, ırkçılık zihnin taassup aşamasında takıldığının bir göstergesidir.

Dimağın son mertebesi ise, ‘itikat’tır. Yani, yakîn elde etmiş ve aksine ihtimal vermeyecek şekilde kuvvet bulmuş inanç halidir. İmanın belki de en çok kuvvet bulduğu haldir. Çünkü bu aşamadaki bir insan için artık bütün istidatları, hisleri, cihazatları hak ve hakikatten feyzlenir. Şuurlu bir hale gelir. Bu halin tezahüründen doğan durumu ise, Bediüzzaman, ‘salâbet’ yani sarsılmaz bir hal almak olarak tesbit eder. Artık dimağın bu son mertebesine gelmiş birisinin, kör taassup içinde olması ve kalbinde batılın yer alması mümkün değildir.

Hâsılı, insan dimağı adeta bir büyük şirkette ilerleyen dosyalar gibi çalışmaktadır. Dosyanın bir yerde (imzada) takılıp kalması, nasıl istenen neticeyi doğurmazsa, dimağdaki ilerleyen bilgiler, marifetler ve ilimler de bir aşamaya gelip imzalanmaz veya imzalanıp bir üst makama sunulmazsa, bir anlam ifade etmeyen ve neticesi hâsıl olmayan yığınlar haline gelir. Çünkü bilginin davranışa dönüşmesi, yaşanılır olması, sağlam bir hâle gelmesi, dimağdaki mertebelerin her aşamasına uğraması ve mezciyle mümkün olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. s.a
    bu konuyu çok okudum ama bu açıklamalarınızdan sonra belleğime daha iyi nakş oldu elhamdulillah teşekkürlerimi sunuyorum yardımlarınız için Rabbim yar ve yardımcınız olsun ebeden rızası yolundaı sayılarınızı arttırsın inşaallah.Allah a emanet olun.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*