Din dili, Risâle-i Nur ve sadeleştirme

Yüce Allah, kendisini Rahman ve Rahîm isimleri ile tanıtır; Besmele içinde Rahman ve Rahîm isimlerini öne çıkarmıştır.

Rahman Sûresi’nde de “Rahman olan Allah Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı, ifade etmeyi ve dili öğretti” (Rahman, 55:1-4) buyurarak beyan ve ifadenin ne derece Allah’ın rahmetinin belirtisi olduğuna dikkatleri çekmektedir.

Dil müşterek bir iletişim vasıtasıdır. Bu da insanın dünyayı anlaması ve eşyayı algılaması ve ifade etmesi demektir. İnsan dil vasıtası ile anladığını anlatır ve dil yoluyla kimlik kazanır. Yine insan dil vasıtası ile duygu ve düşüncelerini ve böylece kendini ifade eder.

İlimlerin ortaya çıkmasının dil ile doğrudan ilişkisi vardır. Allah, kelâmını peygamberlerinin dilinden bize ulaştırmıştır. Kur’ân’ı okuyanlar da ondaki İlâhî mesajları ve anladıkları derin incelikleri dilleri ile ifade ederek neşretmektedirler. Sonra dilin ifade ettiği manaları yazarak daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktadırlar. Bu ifadelere biz “ilim” diyoruz. İlimler böylece kendilerini kendi dilleri ile ifade etmektedirler.

Her ilmin kendi literatürü ve ifade dili vardır. Dinin de kendini ifade eden bir dili vardır. Günlük dil “bizi bize” anlatır ve ihtiyaçlarımızı dile getirir. Günlük konuşulan ve gündelik hayatın ihtiyaçlarını anlatan dil, elbette dinin ifade etmek istediği yüksek ve ruhânî manaları anlatmaktan uzaktır.
Dinin değerlerinin aslî hüviyeti ile devamlılığının sağlanması ve insanlar arasında etkili iletişimin kurulması dinî değerleri ifade etmeye bağlıdır. İlâhî mesajları algılama, yorumlama ve ifade etmemiz dil ile mümkündür. Bu durumda din dili, inananların dinî anlayışlarını yöneten, dini tutum ve kanaatleri ortaya koyan bir yapıyı oluşturur.

Din, maneviyat demektir. Maneviyatın sahası ruhun cevelân ettiği çok geniş ve binlerce âlemi içine alan geniş bir sahadır. O sahanın başı ezel, sonu ise ebeddir. Yani her iki ucunda da sonsuzluk vardır. Dil, o manevî âlemlerde akıl, kalp ve ruhun binlerce hissiyatını dile getiren bir ifade şeklidir. Bu engin ve zengin manevî manaları ifade edecek olan dilin de ona göre geniş, engin ve zengin olması gerekir. Dini anlamak ve dinî tasavvuru oluşturmak, ancak dinî sembolleri dil ile ifade etmeye bağlıdır.

Din İlahî kaynaklıdır. İlâhî hakikatleri ifade eden dilin de İlâhî kaynaklı olması gerekir. İlâhî manaları elbette İlâhî sözler ifade edebilir. Bizim de bu manaları anlamamız için aklımızı ve ruhumuzu onları anlayacak seviyeye çıkarmamız gerekir. İnsanın ruhen terakkîsi bu şekilde mümkün olur.
Din dili de dinin kendisi gibi, İlâhî olan vahiy ve ilhamdan kaynaklanır. Zira dinin amacı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıtmak, ahireti anlatmak ve ahirete lâyık manaları ders vermek, nefsi gemlemekle ruhu yüceltmek üzerinedir. Ulvî manaları elbette ulvî kelimeler ifade eder. Bundan dolayıdır ki ibadet dili de bu ulvî ve yüce manaları ifade eden İlâhî kelimeler olmak zorundadır. Allah’ı şanına lâyık şekilde övmek ve tesbih etmek, O’nun nimetlerine karşı hamd ve şükretmek, O’nun şanını yüceltmek için tekbir ve tehlil ile sena etmekten mürekkeb olan ibadet, elbette bu yüce manaları ifade edecek olan tesbih, hamd, tekbir ve tehlil kelimeleri ile olacaktır.

İman, ihlâs, takva, şükür, tövbe, af, birr, infak, adalet, sadakat, haya, doğruluk gibi ahlâkî, manevî kavramlar hep vahiy ve ilhama tabi olan kavramlardır. Bunun için din dili bir kavramlar bütünü olmakla beraber, sosyal hayattan da ayrı değillerdir; ancak ahirete ve ebediyete yönelik bir yönü vardır. İnsanı ahiretin ebedî hayatına ve saadetine hazırlama gibi de bir fonksiyonu mevcuttur. Çünkü dinin amacı asıl olarak uhrevî saadettir. Uhrevî saadet ise aklın ve ruhun kemâli, nefsin de süflî ve basit şeylerden uzaklaşması iledir.

İşte bütün bu gerekçelerden dolayı maneviyatı ders veren, insanın manen terakkîsini sağlayan dinin de bunu sağlayacak olan dinî ifade ve terimleri bulunacaktır. Biz buna “din dili” diyoruz.

İnsan dini anlamaya, bunun için de dinin dilini öğrenmeye çalışmalıdır. Bunun aksine dinin yüksek manalarını ifade eden dilini değiştirerek dini o manalardan yoksun bırakmak, dinî değerleri ve manaları basite indirmek olur.

İnsanların çoğu avam dediğimiz halk tabakasıdır. Halkın dini anlaması için halkın dilini kullanmamız gerekir, şeklinde bir bahane ile sadeleştirme gibi düşünceler dile getirilmektedir. Bunun iki yönü vardır. Birincisi dinin özünde ve ifadelerinde avamın anlayacağı ve kendisine yeterli olacak kadar halk dili vardır. İkincisi dinin akla hitap eden ilmî yönü, kalbe hitap eden ulvî ciheti, ruhu kemâle erdirecek olan ulvî yanı ve nefsin tezkiyesine bakan ahlâkî değerlerini ifade eden kelime ve kelâmlarıdır ki üzerinde çalışmayı ve derin manalara nüfuz etmeyi sonra da onları halkın dili ile ifade ederek avama anlatmayı gerekli kılar. İşte bu dilin, ihtisas gerektiren ve bu konuda ihtisas yapanları avama üstün kılan yönü budur. Âlimler, vaizler, müftüler bu yönü ile halk üzerinde imtiyaz sahibi olurlar. Avam da onlara bu cihetle saygı duyar, onlar da halkın anlayacağı şekilde bu manaları ders verirler. Böylece insanlar terakki ve tekâmül ederler.

İslâm tarihi boyunca yazılan binlerce cilt tefsir, ilmî kitap ve din üzerinde ihtisas sahibi olan binlerce muhakkik, müçtehit ve müceddit din dilini anlayıp anlatarak bu makam ve mevkilere çıkmışlardır. Din dili ile binlerce cilt kitapları yazarak her biri dinin ifade etmek istediği yüksek manaları ders vermişlerdir. Din dilini yok saymak veya sadeleştirmek aslında dine yapılacak en büyük yıkım ve tahrifattır. Vazifemiz dini anlamaya çalışmaktır, anlamadığımızı cehaletimiz ile inkâr etmek değildir. İman ve ilim aklın, inkâr ise cehaletin gereğidir.

Bediüzzaman, Kur’ân’ın tercümanı olarak Kur’ân-ı Kerim’i asrın idrakine uygun tefsir etmiştir. Kur’ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur; ama saf Arapça değildir. Yani Arap halkının kolaylıkla anlayacağı dilden değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Arapların bilmediği, duymadığı ve anlamadığı pek çok kelime vardı ve Sahabeler Peygamberimize (asm) gelerek “Bu ne demektir?” diye soruyorlardı. Hatta Peygamberimize (asm) gelerek “Rahman nedir?” (Furkan, 25:60) diye sorduklarını Kur’ân bize haber vermektedir. Peygamberimiz (asm) bile Kur’ân nazil olmadan önce “Rahman ve Rahim”i bilmiyor, yemek yerken “Bismillahi’l-Ehad” diye yemeğe başlıyordu. Kur’ân nazil oldukça, okundukça, yeni yeni kelimeleri öğrenip ibadette kullandıkça hayata hâkim oldu. Herkesin anladığı, ama manasını tam bilemediği kelimeleri biliyor gibi kullanmaya başladılar. Meselâ “Selamün Aleyküm” Kur’ânî ve İslâmî bir tabirdir. Devamlı selâm veririz; ama anlamını yine bilemeyiz. Bu bir deyimdir, açılımı iki kelime ile ifade edilemez. İzahı sayfalara sığmaz. Aynı şekilde “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” ve “Lâ ilâhe İllallah” gibi vahiyle dilimize giren kavramlar da böyledir.

Kur’ân’ın dili “Din Dilidir.” Her ilmin bir dili vardır. O dil bilinmezse o ilmin ifade ettiği yüksek mânâlar anlaşılamaz. Matematiğin, hukukun, tıbbın, biyolojinin, astronominin, tabiat bilimlerinin, sosyolojinin, felsefenin velhâsıl her ilmin kendine has bir dili vardır. İlim adamlarının kitaplarının zor anlaşılması bundandır. İnsanların genellikle zorlanmadan anladığı dil, konuşma dili, hikâye ve masal dilidir. İlim ise hikâye ve masal değildir ki herkes zorlanmadan anlasın. Bir şeyi gerçekten öğrenmek isteyen onu öğrenmek için çaba göstermelidir. İngilizce için “Bu dil ağır, ben anlamıyorum” diye karşı çıkana hiç rastlamadım. Öğrenmek isteyen zaten zorluğunu kabul ederek öğrenmek için çaba harcayanlardır. Talebeler de her dersten zorlanırlar. Zorluğunu bilerek öğrenmek için gayret gösterenler başarılı olurlar. Yeni kelimeleri öğrenmekten kaçınanlar asla başarılı olamazlar.

Kur’ân’ı anlamak, imanı ve dini öğrenmek isteyenler de dinin yüksek, İlâhî, ruhanî ve uhrevî kelimelerini öğrenmek durumundadırlar. Bunların ne Arapçada, ne de bir başka dilde karşılığı yoktur. Kur’ân’da ne ise odur ve Peygamberimiz (asm) nasıl bildirmiş ise öyledir. Bunların izahı olur, ama bir başka dile tercümesi olmaz. Çünkü hiçbir dilde karşılığı yoktur. Değiştirmeye çalışmak dini tahrip ve bozmaktır. Bunun için dini bozmak isteyenler önce dilini tahrif ederek işe başlıyorlar.

Meseleyi misallerle anlatalım: “Bismillahirrahmanirrahim” ifadesinin hiçbir dilde karşılığı yoktur. Türkçe’ye “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile” diye tercüme ediliyor. Bu tercüme midir, yoksa tekrar mıdır? Bu tekrardır. Burada Rahman, Rahim, Allah lâfızları aynen duruyor. “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile” deniyor. Bu da Besmele’nin ifade ettiği anlamı karşılamaktan çok uzaktır. Hatta “Besmele ile hiç alâkası yok, tamamen tahriftir” de diyebiliriz. Esirgemek “Selâm”, “Mü’min” kelimesinin ifadesine yakındır. Bağışlamak ise “affetmek”, yani “Afüv” kelimesinin karşılığıdır. “Rahman ve Rahim” ile alâkası yok gibidir.

Allah’ın bin bir ismi vardır. Bunların hepsi yeni kelimelerdir. Allah’ın adıdır. İsimler değiştirilemez ve tercüme edilemezler. Ancak ilim adamları insanların anlayacağı şekilde kendi bilgilerine göre bunları izah eder. Ayrıca ibadete ait tâbir ve terimler İlâhîdir ve dolayısıyla onları inzal edildiği gibi öğrenmek ve okumak gerekir. Bundan dolayı ibadet dili olan “Vahiy dili” dışında ibadet yapılamaz. Bunun için Türkçe veya bir başka dilde ezan okunamaz ve namaz kılınamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tercümesi veya meâli ibadet amacı ile okunamaz. Ancak mânâsının anlaşılması için okunabilir, bu da ibadetten ziyade ilim olur. İlmin ibadet yönü vardır; ama ibadetin ilim yönünün olması gerekmez.

İbadet dili olan “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Lâ ilâhe İllallah”, “Allahu Ekber” kelimeleri özel isimdir, değiştirilemez ve hiçbir dile tercüme edilemez. Tesbih, tekbir, tehlil, tahmid ulvî birer hakikattir, onların unvanı olan kelime ve kelâmlar dışında bu ulvî hakikatleri anlatmak imkânsızdır. “Allahu Ekber”, “Allah büyüktür” demekten ibaret değildir. Bu cismaniyata izafe edilen bir kelimedir. Allah cisim değildir ki büyüklüğü büyük diye ifade edilsin. Allah ekberdir. Allah rahmeti, inayeti, ilmi, iradesi, kudreti büyük olandır. Böylece Allah’ın büyüklüğü bin bir esma ve sıfatı içine alacak şekilde anlaşılması gerekir. Bunun ifadesi ise “Allahu Ekber”dir. Aynı şekilde “Allah birdir” demekle “Lâ ilâhe İllallah” hakikati ifade edilemez. Bu hakikatin, bütün mahlûkatın şahadetini tazammun eden ve her şeyin delâletini içine alan ve bütün kâinat ve kâinat ötesi âlemleri ihtiva eden bir anlamı vardır. Bediüzzaman bu hakikati 130 risâle ile izaha çalışmıştır. Nasıl tercüme ile kısır bir anlama hapsedilebilir? Sübhanallah, tesbihin adıdır; Elhamdülillah ise tahmidin. Her birisi satırlar ve sayfalar ile ifade edilemeyen hakikatlerin tercümanıdır. Dar bir manaya hasrını asla kabul etmez.

Bunların dışında ahiret âlemlerine, Cennet ve Cehenneme ait isimler, mekân isimleri ve meleklerin isimleri isim oldukları için hiçbir dile tercüme edilemez. Çünkü “özel isim”dirler. Özel isimler tercüme edilemez. Şahsa ait “Ali” ismi veya mekâna ait “İstanbul” ismi bir başka dile mana olarak tercüme edilemez. Ali’nin anlamı “yüksek”, İstanbul’un anlamı “Bizans İmparatoru Konstantin” şeklinde tercüme edilemez. Artık bu isimler “alem” olmuş ve kelime anlamı dışında başka manaları ifade eder hâle gelmişlerdir. Bu bakımdan dine ve imana ait kelime ve kelâmlar bir başka dile tercüme edilemezler.

Bir ilmi anlamak için o ilmin dili olan terimleri iyi bilmek gerekir. Bir felsefe öğrencisi, hocasına “Ben kitabınızı okudum; ama hiçbir şey anlamadım” demiş. Hocası: “Evlâdım bir daha oku” diyerek onu kitabı yeniden okumaya yönlendirmiş. “Yine anlamadım” deyince yine “bir daha oku” demiş. Talebe üçüncü okuyuşunda “Biraz anladım efendim” demiş. Bunun üzerine hocası “Seninle felsefe üzerine artık konuşabiliriz” diyerek ona felsefeyi öğretmeye başlamış. Felsefeyi anlamak için defalarca okumak gerekirse iman hakikatlerini anlamak için Risâle-i Nur eserleri neden defalarca okunmasın?

Risâle-i Nur’un dili çok sadedir ve anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. İslâmî ve imânî hakikatleri bundan daha sade ve anlaşılır şekilde ifade ve izah eden bir başka kitap yoktur. İlmihal ve kelâm kitapları ile Kur’ân tefsirleri daha karmaşık, ağdalı ve anlaşılmaz bir dille yazıldıkları halde Kur’ân’ın ifade ettiği yüksek hakikatleri izah etmekten de maalesef çok uzaktırlar. Sadeleştirme çalışmaları da yapılmakta; ama o zaman da yüksek hakikatler feda edilerek kısır bir mana ile işin hakikatinden uzaklaşılmaktadır. Risâle-i Nur’u okuyanlar, anlaşılır bir Türkçe ile bu ulvî hakikatleri anlayacak ve kavrayacak yüksek seviyeye çıkıyorlar. Bediüzzaman’ın devamlı olarak nazarları Risâle-i Nur’a çevirmesi ve okumaya teşvik etmesinin sebebi Kur’ân’ın dine ve imana, ilâhiyata ve ahirete ait yüksek hakikatlerinin anlaşılmasını sağlamaktır.

SONUÇ
Konuyu özetleyecek olursak, din ve iman insanın ruhî ve manevî yönüne hitap eden yüksek hakikatler mecmuasıdır. Manevî ve ruhî, melekûtî ve uhrevî âlemleri ve bunlardaki ulvî hakikatleri anlatan kelime ve ifadeler de elbette buna uygun ulvî manaları ifade eden kelimeler olacaktır. Yüksek ve ulvî hakikatler günlük ihtiyaç dili ile ifade edilemezler. Bunun içindir ki her ilmin kendine has dili ve bu dilden meydana gelen literatürü vardır. Bu dil bilinmezse o ilme ait hakikatler akıl tarafından anlaşılamaz. Bir ilimde bilgi sahibi olmak isteyen mutlaka onun dilini bilmek durumundadır. Din ve iman da böyledir. Dini anlamak ve imanı elde etmek isteyenler de bu ilmin dilini ve literatürünü öğrenmek durumundadırlar. Hiçbir ilmin dili sadeleşme kabul etmediği gibi, din dili de sadeleşme kabul etmez. İlim dili, hangi ilim olursa olsun kendi dili ile öğrenilebilir. İlim dili beynelmileldir. Bütün milletlerin ortak dilidir. İlim dilini sadeleştirmek o ilmi yok etmek anlamını taşır. Bundan dolayıdır ki, ilmî terim ve tabirlerin bir başka dilde karşılığı da bulunmaz ve bunlar tercüme kabul etmez.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*