Diyalogun önündeki büyük engel!

Batı toplumunda 11 Eylülden sonra en revaç gören kelimesi diyalog oldu. Semavi dinlere savaş açmışların – hâşâ – Kur’ân’ı terör kitabı ve Müslümanı da potansiyel bir terörist olarak elindeki medyayla lanse etmesinden sonra, diyalog çağrıları bu defa karşıdan gelmeye başladı. Yarım asra yakındır Avrupa’ya işçi olarak gelen Müslümanların entegrasyonuna bağlı olarak nadiren gündeme gelen diyalogun bir modaya dönüşmesi, Avrupa’daki Müslüman kökenliler için de garib oldu.

 

Zira böyle bir beklenti içinde değillerdi. Kur’ân-ı Kerim’i ve onun talebeleri olan Müslümanların mahiyetlerini öğrenmeye yönelik başlayan bu diyalog faaliyetinin, belli bir mesafeden sonra ittifaklara veya işbirliklerine dönüştüğünü okuyucularınız takib ediyorlardır.

Türkçemizde “muhavere” ile karşılık bulabileceğimiz diyaloğun önündeki en büyük engelin “CEHALET” geldiği elbette malûmu ilâm olur. Muhavereden önce muarefe gelir. Muhatabını tanımadan onunla muhavere etmenin mümkün olmadığı bir vakıa.. İslâm toplumlarındaki son 20-30 yıllık fikri değişmelere baktığınızda cehaletin bizdeki icraatlarını daha iyi müşahede edebiliriz. Siyahın nasıl da beyaza, çirkinin ne kadar sürede güzele dönüştüğüne dikkat ettiğiniz de, bazen sizin size olan güveniniz de kaybolabiliyor. Cehaletin körelttiği toplumları, hırs ve hevese dayanan mugalata ve sloganlarla oturtup kaldırmak zor olmuyor. Bir de hürriyet yoksa ve de medya artniyetli komitelerin eline geçmişse, toplumun doğruyu bulması ve kendisini faydalı olana karar vermesi çok zor oluyor. Dünyanın problemlerini diyalogla çözmeye karar verdiği bir zamanda diyalogu, diyalogun alt yapısını ve hedefini bilememe cehaleti, hakikaten işimizi zorlaştırıyor.

Güya – dinde hassas ve muhakeme-i akliyede noksan bazı Müslümanların Hıristiyan – Müslüman diyaloguna karşı çıkmaları; Kur’ân’ı ve onun pratiği olan Asr-ı Saadeti ve sünneti bilmemesinden kaynaklanıyor. İçinde bulunduğumuz zamanla Asr-ı Saadet benzetmesini de bilmeyenler, Kur’ân’ın zamanımıza hitabeden mesajını okuyamadıklarından fikren mazinin derelerine takılıp kalıyorlar. Esasında hem “doğru İslâmiyeti” ve hem de değişimlere uğramış Hıristiyanlığı bilemeyenlerin, haklı olarak bu diyalog meselesinde geri durmaları gerekiyor. Mazinin tozlarıyla birlikte yansıttığı yarım – yamalak bilgiler bazı mugalataların maksatlı olarak icad ettiği sloganlarla Müslüman – Hıristiyan münasebetlerine bakanlar hem kendilerine, hem de Müslümanlara zarar veriyorlar.

Taliban’ın kendisini dünyadan tecritine kader müsaade etmedi. El-Habir’in inkişafıyla dünya küçüldükçe, insanların birlikte yaşama ve paylaşma zarureti daha fazla ortaya çıktı. Dünyanın yedi kıtası ve yetmiş iki düveli bilmecburiye kapı-komşu olduklarından, kimsenin kimseye “bana ne” demeye hakkı kalmamıştır. İşte bu dehşetli komünikasyon içinde ehl-i hakka olan İsevî ruhanilerle Müslümanların ittifakları için de diyalog veya diyalogun devamı olan “işbirlikleri” artık zaruret halini aldı. Aklı başında hiçbir Müslümanın bu hakikati görmeme lüksü kalmadı. Fakat ilimle içinde bulunduğumuz zamanı ve yol haritamızı belirleyebilirsek, hem kendimizi hem de Müslümanları zilletten kurtarabileceğimize inanıyorum. Bediüzzaman Hz.leri, hem muasırları içinde ve hem de selefine karşı; kaderin bizi mecbur bıraktığı Müslüman – Hıristiyan münasebetlerinin en güzel haritasını çıkaranlardan olduğundan, Risâle-i Nur’daki bu bahisleri mütaala etmeden de sözkonusu çalışmalara tevessül etmemeyi tavsiye ediyoruz. Zira bu yolda da ifrat ve tefritlerle karşılaşabiliyoruz. İzzet içindeki muhavereyi “teslimiyetle” karıştıranlar çıkabiliyor. Zaman zaman “TEVHİDİ” incitici hallerle karşılaşmamak için mutlaka üstada kulak vermenin şart olduğu kanaatindeyim. Bediüzzaman’ın düşman olarak ilan ettiği CEHALET’le, en çok şu medeni toplumda İslâmiyeti temsil etmeye çalışan Müslümanların riayet etmesi gerekliliğine inanıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*