Dost kuşatması altındaki İstanbul

Yarımadalar ve Boğaz’dan oluşmuş dünya cennetine gıpta edenlerin nazarı mı değdi İstanbul’a…

İstanbul’un maruz kaldığı bu yeni kuşatmayı hüzünle seyrederken; dünün kendi halindeki imarsız İstanbul’una tahassürüm depreşti. Karma karışıkmış… Geniş cadde ve meydanlardan yoksunmuş… Gecekondularca sarılmışmış dört bir yanı… Her şeyine rağmen dünün İstanbul’unu özledim… Zincirlikuyu, Levent ve Etiler’den, Akatlar’dan Karanfil’e inen taraflara baktım. Yani gecekondu dedikleri Karanfilköy’e… Tek veya iki katlı bahçeli evlerin dinozor gökdelenlerin hücumlarından kaçışlarını uzaktan seyrettim. Belki de gelecek bahar ve yazda yeşile hasret gözlerimiz Karanfilköy’ü katledilmiş görecek.

Hırsız bekçi tutulur mu? Ya “yeşil” ile yatıp kalkanlar, İstanbul’un yeşiline şehremin… İşin içine modern siyaset girince; yalan doğrunun, hırs kanaatin ve zulüm adaletin tahtlarına oturuyorlarmış. İstanbul sevdasıyla yanıp tutuşanlar, İstanbul şiirleriyle büyüyenler ve İstanbul’daki ağaçların hayatlarını tekeffül etmiş Fatih ‘in müsamereleriyle ömürleri geçmiş olanlar İstanbul’a bekçi olunca, İstanbul’un yeşili tutuştu… Kızıl bir alev evvela hırs ve menfaat fitilini ateşledi… Sonra yeşili sürgün eden sarı makineler “çekirge sürüsü” gibi üşüştü İstanbul’un üstüne… Evet, ahirzamandaki ye’cüc ve me’cücün sembolü çekirge sürüleri… Nasıl da kısa zamanda yeşili kemirerek bitiriyorlar. Dev ağaçlardan, servilerden ve güllerden yoksun bıraktılar İstanbul’u… Yeşile musallat olan sarı makineleri sarı kamyonlar takip etti… Onlarca, yüzlerce değil, on binlerce sarı araba makinelerin kazıdıklarını yükleniyorlardı İstanbul’un tepelerinden ve derelerinden… Önce yeşilin rengi soldu ve sarardı… Sonra sarı kamyonlar İstanbul’un bağrını oymaya başladı. Kanserli hücrelerin tasallutundan daha şiddetli olunca saldırılar, kolu kanadı dağıldı İstanbul’un… Nazlı nazlı raks eden çınarlar, kuzey rüzgârının, dallarında her gün yeni şarkılar bestelediği çam ağaçları ve çocukların eteklerinde tatlandığı dutluklar artık eski manzaralarında kaldı İstanbul’un…

Hayatlarını “vahşi Batıyla” mücadeleye adamış eski mücahitlerin İstanbul’a Avrupa’dan daha vahşi kesildiklerini gördüm. New York’un Manhattan’ındaki veya San Fransisco’daki iki üç manzarayı hırs ve kompleksleriyle öyle büyütmüşler ki… Güzel deyip dünyanın çirkin manzaralarını başuçlarına asmışlar. Rant hummasına tutulmuş bedbahtların, Batı denilince “gökdelen” hatırlarına geliyor. Amerika’nın sair şehirlerine, İngiltere, Avrupa ve Avustralya gibi Batı medeniyetlerinin metropollerine bakamayacak kadar hırsa bürünmüş efendilerin darbeleriyle bu güzelin can çekişmesini “modernite (!)”, “kentsel dönüşüm(!)” ve “lüküs hayat” yalanlarıyla İstanbulluları hipnotize ederek hızlandırmaya devam ediyorlar.

İstanbul şu sıcak Ramazan-ı Şerif’in sekinetine niyetlenirken, hücuma geçti sarı arabalar. Sahurdan iftara hiçbir köşesini boş bırakmaksızın geçiyorlar caddelerden, sokaklardan. Çocukluğumun dev kamyonları sarı kamyonların yanında öyle cüce kalıyorlar ki… Firavunların ehramına malzeme taşıyan o zamanın arabalarını hiç düşündünüz mü? Onyıllar alıyormuş bir ehramı inşa etmek. Zamanımızda Firavunlara özenenler ise bir ayda birkaç ehram dikiyorlar sahabeler şehrinin meydanlarına… Son Peygamberin iltifatına mazhar olmuş bu mübarek beldenin yalnızca bağrı oyulmuyor, gözlerine mil çekilmek üzere ameliyatlar yapılıyor. Uzuv uzuv hançerleniyor İstanbul… New York kompleksli dindar geçinenlerin zulmü iki adım önde ilerliyor İstanbul’da… Çünkü onlar, mızraklarını İstanbul’un güzel bedenine saplamışlar. Sur içiymiş, sur dışıymış, ne fark eder… Seküler Beyoğlu ile dindar Ümraniye’de imar cinayetleri yarışıyor. Taksim’den Şişli’ye, Maslak’a ve Tarabya’ya yükselen heyulaları Çamlıca, Çavuşbaşı ve Çekmeköy çoktan taklide kalkıştılar… Siz hiçbir Avrupa sahil şehrinde beş katlı evlerin önünü tamamen kapatan elli katlı gökdelen dizisi gördünüz mü? İstanbul güzeli bundan böyle Kadıköy ve Zeytinburnu sahillerinden dolayı dünya literatürüne ucube olarak geçecek. Ve İstanbul’un mimar belediye başkanı yeniden dünya metropollerinin başkanı seçilip ucubelerini dünyaya tanıtacak…

İstanbul’un tarihinde yaşanmamış şu “yağmayı” yazacak şairler de rant, reyting ve şöhret dilenciliği derdine düşmüş olmalılar. İktidar ve muhalefetlerin homurtularıyla gül bahçelerini telef ettiği İstanbul’un “yazarları” da sırra kadem bastılar. Hani ona şiir sunan, medihler düzen ve denemeleriyle baş tacı eden Türkçenin İstanbul yazarları.. Belki de öldüler, sarı arabaların ve makinelerin nazenin bedenini kuşatmasına dayanamadılar İstanbul’un… Ve öldüler.

Dinozorların sarı arabaları da dinozorca. Gecenin bilmem kaçıncı yarısında veya günün trafiğin en yoğun olduğu saatlerinde geçiş üstünlüğü onlara ait. Artık üzerlerinde hangi mütahitlere ait oldukları yazılmıyor arabaların. Onlar da tepkiyi hissetmiş olmalılar ki on binlerce dev kamyonun üzerinde şirket isimleri yok. Belediyelerin fukaranın azığından milyarlar ödeyerek çiçeklerle süslediği güzergâhları toza dumana bürüyerek ilerliyor sarı arabalar. Dört bir yanlarından dökülen topraklar ise toz bulutları halinde çöküyor İstanbul’un üzerine.

İstanbul kuşatmasında renkler o kadar değişik ki. Yeşilin boyun büküşüne hüzünlenenler solmasına ve sararmasına nasıl dayansınlar… Nihal nihal kırılışına… Yeşilin kızıla yakın sarı alevlerle tutuşmasını görenler “Ah İstanbul!” diye inleyedursunlar. Çok ilginçtir ki sarı arabaları gri arabalar da takip ediyor bugün. Doğduğum küçücük evi karnında taşıyacak kadar dev anası arabalar. Makinelerin oyduğu yeşil gözlere mil çekmek üzere kül rengini taşıyorlar İstanbul’un eski bahçelerine. Yeşilden sarıya, turuncuya derken kül rengine bürünüyor İstanbul..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*