Duâ ile en yüksek dereceye çıkmak

0090

İnsanoğlunun acz ve fakr kanatlarını kullanarak Rabbine ulaşmaya çalışmasının, O’nunla konuşmasının, dertleşmesinin ve içini O’na dökmesinin adıdır duâ.

Dünyanın bütün kirlerinden arınmanın yoludur belki de. O anda bütün sebepler sükût eder ve yalnızca Rabbiyle başbaşa kalır insan. Yalnız kalırsın, ama insanın en mutlu olduğu, içini huzurla dolduran nadir anlardan bir tanesidir duâ zamanı. İllâ kulun Rabbinden bir şeyler istemesi değildir duâ; hakikî Dostuyla bir hasbihâldir. Kimsenin bilmediği, hiç duymadığı sırlarını bir tek o Dost bilir çünkü. Sen anlatsan da anlatmasan da… ‘Ben kuluma şahdamarından daha yakınım’ buyurmuyor mu Cenâb-ı Hak?

Bediüzzaman’ın dediği gibi insanın aslî vazifesidir duâ. Çünkü insan dünyaya geldiği zaman her şeyi öğrenmeye muhtaç bir vaziyette, hayatın o zor şartlarını bilmeden teşrif ediyor. Ancak iki senede ayağa kalkma işini tam yapabiliyor. On beş senede zarar ve menfaati ayırt edebilir hâle geliyor. Demek insan, hayatının sonuna kadar öğrenmeye muhtaç. Ama hayvanlar öyle mi? Dünyaya geldiği zaman sanki başka bir âlemde eğitim ve öğretim almış gibi gönderilirler. Meselâ bir serçe kuşu veya bir arı, hayatın kurallarını çok kısa bir sürede öğrenir. Çünkü onlara Rabb-i Rahim olan Allah tarafından ilham edilir. Öyleyse hayvanların vazifesi kabiliyetine göre amel etmekten ötesi olamaz. İnsan ise sürekli öğrenerek mükemmelleşmeye çalışmak zorundadır. Bu insana verilen fıtrî bir vazifedir. Duâ ile ubudiyettir. Hadsiz ihtiyaçlarına karşı, Kâdiü’l-Hâcât’a acz ve fakr lisanıyla yalvarmaktır.

İnsan, nihayetsiz acz ve fakr sahibi olmakla beraber, hadsiz belâların ve düşmanların hücumuna maruzdur. Hem de bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçların karşılanmasına muhtaç olduğundan dolayı yaratılışımızın asıl vazifesi imandan sonra duâdır. Duâ ubudiyetin yani kulluğun esasıdır.

Bir çocuk düşünelim. Elinin yetişemediği bir şeyi elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani ya hareketleriyle ya da diliyle bir nevî duâ eder ve istediğine bu şekilde ulaşır. İşte insan da bu çocuk gibi Rahmanirrahimin dergâhında zaaf ve acziyle ağlayarak ya da fakr lisanıyla duâ etmesi gerekir ki istediği şeyi elde edebilsin ve şükrünü yerine getirebilsin.

İman etmek duâ etmeyi de gerektirir. Çünkü insanın fıtratında istemek vardır. Cenâb-ı Hak ‘Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var’ diye ferman etmiyor mu? Demek ki bizi biz yapan ettiğimiz duâlardır. Belki de bu duâlar sayesinde kulluğun en yüksek makamına uçabiliriz. Hem sonsuz merhamet sahibi olan Allah ‘Bana duâ edin, size cevap vereyim’ diye bize müjde veriyor. Hiçbir duâmız cevapsız kalmıyor. Bu da Rabbimizin bizi ne kadar önemsediğini aşikâr bir şekilde gösteriyor maneviyatta kör olan gözlere.

Aklımıza şöyle bir soru takılabilir. Sürekli duâ etmemize rağmen duâlarımız kabul olmuyor? Halbuki âyet herkese hitap ediyor ve ‘Her duâya cevap var’ diye ifade ediliyor. Bu soruya Üstad Bediüzzaman en güzel cevabı veriyor sanırım. ‘Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tabidir.’ Evet kabul etmek Allah’ın hikmetine tâbidir. Bunu bir temsille somutlaştıran Bediüzzaman, bir hasta çocuk hayal etmemizi ister. Bu çocuk doktora gidip kendisine elindeki ilâcın aynısından vermesini talep eder. Doktor da ya aynen istediğini verir, ya hastalığına bakarak o ilâçtan daha iyisini verir ya da hastalığına zarar olduğunu bildiği için hiç ilâç vermez. İşte her şeyi hikmetle yapan Cenâb-ı Hak kulunun her duâsına cevap verir. Ama Allah’ın hikmeti gereğince ya isteğimizin aynısını ya daha iyisini verir ya da hiç vermez ahirete saklar mükâfatımızı.

Bizim ettiğimiz o acizane duâ ‘ubudiyetin sırrı’ hükmündedir. Ubudiyet ise ihlâslı bir şekilde yalnızca Allah için olmalıdır. Biz sadece aczimizi ve fakrımızı Allah’a sunup Onun hikmetine itimat etmeliyiz ve Allah’ın rahmetini suçlamamalıyız. Biz fiilî ve kavlî duâmızı yaptıktan sonra sadece O’na dayanmalı ve tevekkül etmeliyiz. O’ndan gelen her sonuca razı olmalıyız ki, insanlığın en güzel derecesine çıkalım. Böylece hem manevî olarak kendimizi doyurduktan sonra kâinatın ‘güzel bir takvîmi’ hâline gelebilelim. Selâm ve duâ ile…

Kaynak:
23. Söz 5. Nokta.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*