Düşen helikopterin yükselen yolcuları

Image
Haftalardır Türkiye gündemini kilitleyen bir seçim daha nihayet geride kaldı. Kazasız belâsız diyemiyoruz. Ama neredeyse beklenir hale gelen daha büyük felâketlerden manen korunduğumuzu söylememiz de kuru bir iddia olmaz herhalde. Şirazesinden çıkmış, zemini kaymış, üslûbu kirlenmiş, koltuk kavgasına dönüşmüş ve oy kaygısına bina edilmiş bir siyaset anaforu, büyük felâketlerin sinyallerini veriyordu ki, Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekileri taşıyan helikopterin düştüğü haberiyle sarsıldık. Keş dağından bir ses yankılandı:

“Ey siyaset! Titre ve kendine dön!“

Zaten o düşüşte, melekülmevtin emin kucağına hemen düşmeyenler, iki hayat ortasında bir süre daha titrediler, titrediler ve nihayet donan bedenlerini bırakarak yükselişe geçtiler. Muhabir İsmail Güneş gibi… Bir de onun, 112 ile irtibatında, “ıhlıyor” dediği “Erhan Abi”si gibi..

Sonra anlaşıldı ki, “ıhlayan” sadece Erhan Abi değilmiş. Türkiye’nin 112’si, bu servisin uzman ekipleri ve teknik donanımı da ıhlayanlar arasındaymış ki, cep telefonunun kapsama alanı dışında olmayan bir yerin tesbitinden âciz kalınmış. Geçmişe kader nazarıyla bakmak imanımızın gereğidir. Kimseyi suçlamak istemiyoruz. Sadece geleceğe dönük tecrübe ve donanıma ziyadesiyle ihtiyaç olduğu kesindir. Bu hadiseden sonra 112’nin dünya çapında ard arda en az 112 kurs ve seminere katılması kaçınılmazdır. Her neyse, zaten düşen helikopterden yükselen yolcular, Türkiye’ye ve dünyaya unutulmaz dersler vererek, lâyık oldukları mertebelere kavuştular. Onlar uhrevî ve manevî mertebelere eriştikleri için, kendilerini burada dünyevî ünvanlarıyla anmıyorum.

Seçim oldu. Kimileri yeni ünvanlar, yeni makamlar kazandılar. Kimileri de aynı makama dördüncü, beşinci kez seçilmeleriyle övündüler. Gerinerek koltuklarına yaslandılar. Muhtarlık koltuğu için kavga oldu, kan döküldü, katl cürmü işlendi.

Ve düşen helikopterin yolcuları da seçildiler. Başkaları değil, onlar seçildiler. İlâhî ve mukaddes programa bakınız ki, muhabirlik vazifesini son defa yapsın diye sadece muhabire biraz daha fazla mühlet verildi. Güneş gibi sıcak ve titreyen sesiyle, karlar ve buzlar ortasından dünyaya muhabirlik yaptı. Meslek aşkı, son nefeslerinde de ondan esirgenmedi. Ama dünya ona el uzatamadı. Yardımını ona yar edemedi. Dünyada yolunu gözleyenlere dönebilmek ve donmamak için merhumların ceketlerini üst üste giyinen, helikopter koltuğunu kızak yaparak dağdan aşağıya kayan; karda, karanlıkta, siste, soğukta yapayalnız bir can düşünün.. Kendinizi onun yerine koyun. Hâlâ makam, koltuk, para, şöhret mi dersiniz; yoksa, “Allah!“ nidalarıyla dağı ve dünyayı mı titretirsiniz? Ve şimdi şöyle bir düşünelim. Hayat dediğimiz; merhum Güneş’in, dünyalılardan medet isteyen son çırpınışları mıdır, yoksa bu çırpınışlarından bir an önce kurtulup sonsuzluğa kanat açan yol arkadaşlarına yetişmesi midir?

Demek ki, asıl olan İlâhî programdır ki, çekirdeğin ağaç olması, tohumların neşvünema bulması, yavruların ana rahmine düşmesi sessizliğinde bütün âlemleri kuşatarak devam ediyor. Bazen de böyle, gafletimiz had safhaya varınca, bir musibetin tahrikiyle, o İlâhî program mukaddes parmaklarını sağır tabiatın, azgın nefsin, dinsiz felsefenin ve kör maddenin gözlerine uzatıyor.

***

Merhum Yazıcıoğlu, denilebilir ki, hayatı boyunca anlatamadıklarını ömrünün son haftasında anlattı. Şanlı ve ünvanlı ölümüyle anlattı. Siyaset meydanında siyasetçilere nasihat etti: “Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur” dedi. Vasiyetini yaptı, vedalaştı, helâlleşti. Ve sonra, dünya gözüyle bakılırsa çok hazin, iman gözüyle bakılırsa, herkese nasip olmayan bir son. Hayat bahşeden bir ölüm. Donduran, üşüten, kemikleri sızlatan, ama sımsıcak mesajlar neşreden bir son. Dünyanın zirve bir noktasından, helikopter fırıldağını parçalar halinde dünyalılara ve fırıldakçılara fırlatarak, sonsuzluğa kanat çırpan bir son.. “Durun kapanmayın pencerelerim, güneşimi kapatmayın. Ey sonsuzluğun Sahibi, Sana ulaşmak istiyorum” sözleriyle özetlenen bir son.. Ve siyaset sahnesini Taceddin Dergâhına dönüştüren bir son.

Not: 2004 Temmuz’unda Avusturya’dan Van’a giderken, Kayseri girişinde dinlenme tesislerinin çay bahçesinde dinlenirken, bir grup arkadaşıyla gelip yakınımıza oturduklarında, ben ona “Nasılsınız Muhsin Bey?” diye sormuş, mutad cevabı almıştım. Ama asıl cevabımı şimdi almış bulunuyorum. Onun ve diğer kazazedelerin mekânları Cennet olsun. Milletimizin başı sağ olsun.

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*