Düzce’de istikamet sırrı; ‘oku’ ve ‘istişare et’

İkisi de Kur’ân’ın emri! Okumak ve istişare etmek, problemi ve problemin oluşma zeminini yok ediyor. Bu, tam bir hayat prensibi.

Hafta sonumuz, eşimle birlikte, Düzce ve Karadeniz Ereğli’de geçti. Biz, Mutlu Aile Modeli seminerimizi erkeklerle paylaştık. Eşim de, Pozitif İnsan Modeli seminerini kadınlarla paylaştı.

Doğrusunu söylemek gerekirse, her gittiğimiz yerden yeni şeyler öğreniyoruz. Ve farklı farklı mekânlarda Nur Talebeleri dipdiri ve hayat dolu. Anlaşılıyor ki, bunun sırrı, satırların hayata yön vermesi.

Nerede okuma var, nerede haklı istişare var; orada problem yok, sıkıntı yok. Ama nerede okuma zayıflamış, nerede bir konu istişare edilmesine rağmen, bir karar verilmesine rağmen, şahs-ı maneviyi zayıflatan, onu yok farz eden ‘ben farklı düşünüyorum’, ‘ben bu konuda aykırıyım’, ‘ben size katılmıyorum’, ‘istişare üyelerinin ehil olduğuna inanmıyorum’ yaklaşımları galip gelmiş, elbette orada ye’is, üstünlük meyli, havalecilik, acelecilik gibi şevksizliği, heyecansızlığı, tenkit hastalığını ve rahata düşkünlüğü netice veren görüntüler baş göstermiş. Bu aynı zamanda âlem-i İslâm’ın içine düştüğü bir görüntü.

Bireysel anlamda dikkat çeken bir şey var; kişi, kendini, nefsini ‘şahs-ı manevi’ye emanet etmiyorsa, nefsini kusurlardan arındırıyorsa, hatta avukat gibi nefsini müdafaa ediyorsa, o hastalık iyice onun dünyasına yapışıyor, hatta yayılıyor.

Derken tenkit, tenkit… Zaten tenkitli adımların kişiyi/kişileri nerelere götüreceği malûmdur. Çünkü o kişide artık tenkit ettiği şeyin, arzusu istikametinde sonuçlanmasını bekleme hastalığı da oluşuyor. ‘Görün bakın benim dediğim nasıl olacak’ beklentisi, ne acı bir görüntüdür.

Bu biraz da şuna benzemiyor mu?

Daha yakın geçmişte, ‘kıyametin kopmasına bir zaman veren, hâlâ mehdi bekleyen ve mehdinin gelmesine bir zaman veren’ (böyleler trene bakmaktan, trenin getirdiklerini görmeye mecalleri kalmamış), nereden beslendiği, neye hizmet ettiği belli olmayan düşünce yapılarının, o verilen tarihler geçince karşılaştıkları zavallılık hali gibi bir şey.

Sürekli bir tenkit hastalığına düçar olanlarda da durum böyle. Kendi dediğinin haklı çıkması için bu sefer neredeyse Allah’a duâ edecek. Oysa insan kendinde, arkadaşlarında, çevresinde bir problem gördüğünde, ‘Ben nerede bir hata yaptım da, nerede bir ihmal yaptım da bu durumlarla karşılaşıyoruz?, benim bu problemde dahlim nedir, ne kadardır?’ diyerek olumsuzluklarda önce nefsine bir pay çıkararak, birilerini suçlamak, tenkitler etmek değil, ders almakla mükelleftir.
Hatta o problemlerin ortadan kalkması için, camia içinde inisiyatif almak, daha fazla hizmetler etmek, o çalışmayanların da yerlerine çalışmak ehl-i insafın, ehl-i hizmetin şe’nidir.

Ama tabiî eleştirmek kolay. ‘Buyur, sen de bir tarafından tut’ diyorsun, ‘Yok, benden daha lâyık olanlar var’ diyor. Yani böylelere, Bediüzzaman’ın ‘deve kuşu’ örneği ne de güzel oturuyor. Eleştirdiğin noktada sana düşen bir iş var yapmıyorsan, eleştirme hakkını da kaybediyorsun. Görüş ve düşüncelerin de bir anlam oluşturmuyor. Oysa nefsi terbiye etmek anlamındaki kural, hizmette önde, ücrette geride olmaktır.

Böyle bir tavrı kendine meslek edinen bir kardeşim, ‘ben artık bu camianın aykırı çocuğuyum’ şeklindeki bir tanımlamayı kendine severek yakıştırmış ve kullanıyor. Ne acı bir görüntü. Şeytanı kendimize güldürmeyelim.

Nurlarda olmayan bir şey, olsa olsa şeytanın istimal ettiği malzemelerdir.

Peki ‘aykırı’ olunca, o şahs-ı manevinin füyuzatından, manevî hasenatından istifade etmek imkânı kalmıyor. Senin hakkında şahs-ı manevinin duâsı kesiliyor. Bir de böyle bir yaklaşım, kardeşlerinin meziyetleriyle şakirane iftihar etmek hasletinden insanı uzaklaştırıyor ve şeytana teslim ediyor.

Tabiî nefis ve şeytan her insana aynı tuzaklarla muhatap olmuyor. Belki her insana ayrı bir tarzda, ona uygun bir usûlle ve o kişinin zayıf damarlarını bilerek farklı bir kapıdan yaklaşıyor.

İşte böyle durumlarda da insanı rahatlatan şey, ‘omuzumuzdaki akrebi’ bize gösteren ağabey, kardeş ve dostlarımızın varlığıdır.

Ama sen onların görüş ve kanaatlerine de ‘ben zaten aykırıyım’ dersen, o zaman, nefsine zulmetmiş olursun ve daha büyük maddî ve manevî zararları bilerek ve isteyerek tercih etmiş olursun.

Zaten bu nokta da, zarara bilerek girmek anlamına geldi için ‘merhamete liyakati’ kaybediyor.

Oysa insan, dahi de olsa, şahs-ı manevî içinde bir anlamı vardır. Şahs-ı maneviden koptuğun an, bir hiç hükmüne düşüyorsun ve o büyük havuzun dünyevî ve uhrevî kazançlarından mahrum kalıyorsun.

Böyle sonlardan Allah’a sığınalım.
**
Ben, normalde bu yazımda, Düzce’deki muhteşem nur hizmetlerden; sarsılmaz tesanütten; nurun, şeytanın hilelerini, tuzaklarını yok eden bükülmez bileğinden; müfritane irtibatı; sürekli bir araya gelip amaçsız, niteliksiz birliktelikler değil de, sık sık, düzenli ama nitelikli, istişareli ve özel amaçlı, gündemli faaliyetler, hizmetler etrafında bir araya gelmek anlamında yaptıklarından; on yıllardır devam edegelen bir seminerler zinciri geleneğinden ve en önemlisi de, problemlerden kurtulmak ve şahs-ı maneviyi güçlendirmek için ‘okumak ve istişare etmek’ olarak formülize ettikleri, iki temel çare noktasını gündeme alacaktım, bu noktalar üzerinde yazımı oluşturacaktım.

Ve sonuç olarak da diyecektim ki, kendimizi çok yormayalım, kazanılmış birikimlerden, tecrübelerden istifade ederek; hizmetlerde şahsî görüş ve düşüncelerimizi değil de, yine şahsî görüşlerimizin katılarak olgunlaştığı, şahs-ı manevinin kırmızı çizgileri olarak ortaya konulmuş olan ‘hizmet kitapçığı’nın (Düzce’de kıymetli profesör Ömer kardeşimin tabiriyle) adeta bir virgülünün bile ne kadar önemli olduğu, ne kadar ciddî bir ihtiyaçtan doğduğu apaçık ortadadır, onu hayatlandıralım. Bir gelişme varsa, bir sıkıntı varsa, bunu önce hemen ‘kendi kafa fenerimiz’le değil, şahs-ı manevinin düşüncesinden doğmuş olan ve ortak akılla, yani umumî meşveretle kazanılmış olan cemaatin birikimine başvurmak çok daha kolay olacaktır. Tabiî bir de kişiyi manevî mes’uliyetten kurtaracaktır.

Evet, başkaca bir yol gözükmüyor. Ne yapıp edip; bu, satırdan beslenme, ‘Kitap ne diyor bir bakalım’ Zübeyrî anlayışına ulaşmak zorundayız. Yoksa, bireysellik, yaş büyüklüğü, makam, mevkii üstünlüğü, enaniyet, benlik gibi damarlar hükmeder ve ‘meşveret’in hakkı ketmedilir. Bu da altına girilemeyecek kadar büyük bir mes’uliyettir.

İhlâsla, samimiyetle, istişare ile adım atılsa ve bu, olgunlaşmış kaidelere riayet edilse, görülecek ki, ihlâstaki ‘yüz on bir kıymet ve kuvvet’ kendiliğinden sürece hakim olacaktır. Kişi de manevî mes’uliyetten kurtulacaktır.

Ali Ağabeyin Ankara’daki bir toplantıda ifade ettiği bir cümleyi, toplantı esnasında gayr-i ihtiyari alkışlamaya başlamıştım ve heyette bulunan ardakaşlarımız da bu alkışa iştirak etmişler ve farklı bir enstantane oluşmuştu. İşte tam da konumuzla alâkalı olan o cümle şu idi: “Bizim ağabeyimiz de, hocamız da, şeyhimiz de (zaten yoktu), meşverettir.”

Düzce’de, İsmail Ağabeyin hane-i saadetlerinde ‘1970’li yılların ‘Yeni Asya Gazetesi’ni inceledik. Bugün de varlığını sürdüren anlayışın cümlesi; ‘Asya’nın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır’ idi. Daha ne olsun!

O zaman bu anlayıştan uzak olan, kendi duruşunu bir gözden geçirsin.

Evet, netice-i kelâm, Düzceli dostlar işin sırrını keşfetmişler: On yıllardır hiç durmayan bir seminer yoğunluğu. Dinlemedikleri kişi, dinlemedikleri çalışılmış gündem kalmamış. ‘Bir derdin mi var kardeşim, bir dâvân mı var, çalış, gel seni dinleyelim’ demişler. Bugün dipdiri, heyecan dolu, şevk dolu halleri, dur durak bilmeyen faaliyetleri olsa gerektir. Tebrikler!

Ama bir ağabey şefkatini ve bir kardeş sıcaklığını da hiç eksiltmemişler ve omuzunda akrep olanlara, ‘akrep var!’ demişler. Ta ki yarın mahşer gününde, ‘Neden beni ikaz etmedin?’ demesinler.

Zaten kardeşlik de bu değil mi?
Evet, Düzce’deki kahramanlardan aldığım sır dolu dersi paylaşalım:
Oku ve istişare et. İlginç; ikisi de iki Kur’ân âyeti.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*