Fransa’da siyaset bilimci Fabien Escalona imzasıyla yayınlanan “Sosyalizm ABD’de neden hiçbir zaman tutmadı?” başlıklı analizde Türkiye gibi ülkelerle de benzerlikler sunan sonuçlar çıkarılıyor.
Buna göre: “Sosyalistlerin başarısızlığı için zikrettiğimiz sebeplerin çoğu kendi başlarına aşılmaz engeller teşkil etmemişlerdir; Bileşimleri ölümcül olmuştur” deniyor. Sosyolog Göran Therborn, bir makalede, bir ülkedeki işçi sınıfının siyasî nüfuzunu çökertebilen ya da aksine kuvvetlendirebilen etkenlerin listesini çıkarmıştır. Listenin ilk sütunundakilerin neredeyse tamamı, “emek yanlısı” olmaktan ziyade “aşırı” bir kapitalizmin ideal tipine tekabül eden ülkelerin güzergâhında karşımıza çıkmaktadır. Karşılaştırmalı siyasetin araçları da, geleneksel olarak ileri sürülen açıklamaların önemini değerlendirme imkânı sağladığı şeklinde değerlendiriliyor.
Bediüzzaman, ilk çıkış yıllarında, sosyalizm tartışmalarını takip eder. Yeni bir fikir olarak, “hem belâlı, hem de faideli” olarak görür. Buna göre, içindeki faydanın ortaya çıkma şartı ise; halkın teveccühüne mazhar olmasının yolu olarak, “kudsiyete” dayanmasıdır. Kutsal olarak da ortada Hıristiyanlık ve İslâmiyet vardır; (sosyalizmin) hasmı olan kapitalizm Hıristiyanlığın elindedir, dolayısıyla İslâmiyet dışında bir “din” alternatifi bulunmamaktadır.
Ancak, tarihî akış böyle olmamıştır. sosyalizm kutsalı dışlamış ve bu sebeple avamın teveccühünü de bir türlü kazanamamıştır. İlginçtir, diğer taraftan Müslümanlar da çoğunlukla hasım (kapitalist yapılar) tarafında yer alarak, bu fikrin faydalı birtakım unsurlarını da ihmal etmişlerdir. Bu yeni fikir, neticede, din karşıtlığının bir enstrümanı olarak kullanılır hale gelmiştir.
Bugün gelinen noktada, çalışma alanlarının ve üretim biçimlerinin çeşitlenmesi, şahsın büyük üretim planlarında bitmeyen çalışma süreleri ve ağır iş şartlarını reddetmesini de kolaylaştırıyor. Hizmet sektörünün değer kazanmasıyla birlikte, teknolojinin de hızla ilerlemesi sayesinde, üretim, şahsî yetenek ve farklılıklara odaklanmayı arttırıyor. Aynı şeyi tekrarlamaktan ibaret emek üretiminin miktar ve kalitesi azalıyor, bu tür işler makinelere terk ediliyor.
Dolayısıyla, dünya, sosyalizmin ilk çıkışından farklı, yeni bir değişim ve dönüşüme giriyor. Bu aşamada yeniden bir emek anlayışı kurgulamaya ihtiyaç duyuluyor.
Bediüzzaman’a göre yeni dönem yeniden emeğin dönemi olacaktır. Emeğin serbestleşmesi ve malikiyeti şeklinde… Sosyalizmin kekeme ve iptidaî bir dille anlatmaya çalıştığı, kapitalizmin ise üzerinden ezip geçtiği insanlığın belki de son zirvesi bu noktadır. Emeğin bağımlılığı olmaması gerekir, “serbestiyet” olmadan insanlık onuru da kurtulamaz; çünkü; insan esir olmak istemediği gibi ecir de olmak istemez.
Din ve devlete olan hizmet ve emekte de ölçü aynı şekilde gelişecektir: Din ve devlet hizmetini geçiminin bir unsuru yapmamak üzerine.. “hem hizmet yaparım, hem de bu vesile geçimimi sağlarım” düşüncesi zamanla bozulmayı getiriyor…
Bediüzzaman buna “derd-i mâişet belâsı” diyor:
“… şimdiki ehl-i nifakın mütemerridane sefahetinin cezası olarak umuma ve masumlara da gelen bu açlık ve derd-i maişet belâsından ehl-i dalâlet istifade edip, Risale-i Nur’un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var.” (KastamonuLahikası)
Hizmeti sektörize etmekten ortaya çıkan kaygılar… Kapitalist cemaat yapıları ya da devletçi sosyalist gruplaşmalar burada kesişiyorlar.
Emeğin ve yeteneğin dışında bir gelir caiz değildir. Hizmeti karşılığında bir ücret istenmez.
Dinî hizmetin aslı, “emri bil maruf nehyi anil münker”den ibaret “i’lây-ı kelimetullah”tır. Bu ölçüler din için olduğu gibi aynen devlet memuriyeti (imâret) için de geçerlidir:
“Evet, ey gururlu ve mağrur adam! Senin meşrebini ihtiyar edecek öyle bir sarhoş lâzım ki, ya şarâb-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet gibi müskirat-ı mâneviyeyle zarar ve nef’ini fark etmeyecek derecede sarhoş olsun. Halbuki, insanın başına inen müthiş darbeler ve beliyyat ve beşerin yüzünü tokatlayan şu ehvâl ve musibât elbette şu sekri, beşerden kaçırıp, beşerin aklını başına toplattıracaktır.” (Nurun İlk Kapısı)
Maddeten terakkinin boyutları tek tek atlanarak çizilebilir. Zorluklar üretimin zeminidir. Bir kısım insanlar gözünden düşmek, başka tür insanlar gözünde yükselmenin kapısı olabilir. Korkarsan düşersin. Düşersen ilerleyemezsin.
“Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan âkıbeti, bir emare-i hadsiyedir ki, cezası da bir ikab vardır. Çünki herkes hususî bir tecrübe ile hadsen görüyor ki; hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.
“Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınırsa görünür ki; nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zâtîsidir.” (Sünûhat)
Durağan kalmak bir tür ölmektir. Bankacılık insanları esaretle terbiye eden vahşi bir sistemdir. Yeni dönemin sloganı olarak şu teklif bir ölçüde doğrudur:
“Allah’a duâ et. Umudunu yitirme ve hızla bankasızlaş!”
“Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.” (Sünûhat)
Onun için Kur’ân tehdit eder, bir insanı bütün insanlıkla eşitler. Birine haksızlığı bütün insanlara yapılmış kabul eder. Durdurur, sınır çeker; terbiye eder. Tarih ve devirler bunun delillerinden oluşturulmaktadır.
“Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur. Fakat insan cüz’î ve kısa zihniyle Allah’ın azametine ve şemsin etrafında seyyaratı tedvir ettiğine bakarken, meselâ arı gibi küçük hayvanlar ile iştigal etmesini uzak görüyor. Çünki Vâcibü’l-Vücud’u, mümkine kıyas ediyor. Halbuki bu kıyasa göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünki onlar da (hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp tesbih etmesin) kaziyesince Hâlıklarını tesbih etmekle, Allah’tan maada kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkı yoktur.” (Mesnevî-i Nuriye)
Şirket, ortaklık, mü’minlere neden zor geliyor? “Lâkin ittihad cehl ile olmaz. İttihat imtizacı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şuâıyla olur.” (Rumuz)
Şirket, iştirak, mü’minlerin maddî ve manevî hizmetlerde (akıl ve mesailerin tanzimi ve paylaşımı gibi) değerini yeteri kadar anlayamadıkları bir şey…
Allah’ın ortağı olmadığından, mü’minler ondan gelen imanı kendi hayatında bir tekliğe öykünme olarak yansıtabiliyor. Halbuki acizler arasında ortaklık kaçınılmazdır. Enaniyet ister istemez ortaklığı insan içinde reddediyor. Halbuki, “elif” Allah’ın tekliğini ifade ederken, “vav” insanı, acz ve fakrla birlikte kucaklaşmayı simgeliyor.
Ehl-i iman bir türlü ittifak edemiyor, şahs-ı manevinin gücünü kavrayamıyor. Şirketleşmenin kişiyi zaafa uğratacağı düşünülüyor. Kollektif iş ve san’atlarda Müslümanlar yetersiz kalıyorlar. Yani bir kalite üretmek için birleşmiş yeteneklerin organizesinde etkisizleşiyorlar. Elbette, insanlar hatadan hali değildir, Müslümanlar da acz ve fakrın eliyle dinlerini tutmaktadırlar. Zaaflarının, günlük sapmalarının, nefsin ve enaniyetin bozduğu fıtratlarını tamirle meşgul olurken eksiklerini de gösterebileceklerdir.
Tevhid-i imanî tevhidi kulûbu istese de, maksadda ittihad gerçekleşse.. yine de, dünya düzleminde ittifak için gündelik sorunlarla boğuşmak durumundadırlar. Ortaklık dünyevî boyutu ile kardeşliğin manevî ve hukukî boyutunu aşamayacağı için buradaki neticesizlikler Müslümanların hakkaniyetine zarar vermese de, şevkin kırılması ile hırs, gıybet gibi zararlıların yol bulmasına yol açabiliyor. Zira, ayrı kalanlar her ne kadar kalpleri bir olsa da, kırılmaya daha açık hale gelirler. Bediüzzaman, “İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri”nde iman ve İslâmiyetin verdiği iç gücün ve hakkaniyetin yanlış tevehhümünün ortaklığa engel olmasını örneklerle açıklıyor. Zayıfların ya da iç âleminde acze düşenlerin ortaklıkları güçlü neticeler verirken, güçlülerin “teklik”leri onları zaafa itiyor, diyor.
Batıda medeniyeti yükselten doğru; zayıf ve basitlikleri aşmanın, kıt imkânlarını zenginliğe dönüştürmenin yolu olarak birlikte çalışmak, insandan devletlere uzanan ittifak zincirleri kurmayı başarabilmesiydi. Terakki ittifakta, ortak iş yapmakta iken, Müslümanlar ayrılıklarıyla güçlerinden düşerek hem zenginliklerini hem de medeniyeti kaybettiler. Tembellik ve tenperverlik, nemelâzımcılık gibi, istibdada yol açan huylar edindiler. Bu kadar bozulmanın ardından, mü’minlerin, kardeşleriyle ittifakları nasıl olacaktır?
“… Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz. Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta cari olan nevamis-i İlâhînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir.” (Sünûhat)
Neticede ehli iman bilir ki, parçaların birleşmesi ancak birinin gücü kadar bir “yaratma” etkisi yapabilir, yani hakikatte “yok etkisi”dir sözkonusu olan. Ancak birinin değil hepsinin birden “fıtratta cari olan nevamis-i İlâhînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmek”ten ibaret olan “sun’î tasarrufat-ı beşeriye” ancak iştirak ile mümkün bir ikrâm-ı İlâhi’ye muhatap kılabilir (Bediüzzaman buna “ihlâs ve niyet-i hâlisenin kerâmeti” diyor). Mü’minin bu “evrensel”liğidir ki bütün ideolojilerin üstünde bir “birleşme”yi mümkün kılar. (Risale-i Nur’daki şefkat budur ki, Nur Talebelerini siyasetten men eden sırdır).
Diğer taraftan “emek” nasıl birleşecek, emekçiler ittifak edebilecek serbestiyet ve malikiyete nasıl kavuşacaklardır?
“Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecîrliği de parçalayacaktır”. Nasıl?
“Bir rü’yada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.
Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır geçiyor.” (Sözler)
Bu durumda Müslümanların sorgulamaları gereken öncelikle “emek kalitesi” olacaktır. Bediüzzaman’ın sıklıkla teşrik-i mesai neticesinden bahsetmesi emeğin kalitesinin öncelikle Müslümanlar arasında yükselmesi zorunluluğuna yöneliktir. Bunun da gereği emeğin ittihadını gerçekleştirecek birlik fikrinin inkişafıdır. Din ve devlet hizmetlerindeki kalite eksikliği ve muvaffakiyetsizlik bu sebepten olmasın! Nurcuların “ihlâs doktrini” bu anlamıyla “enternasyonal” bir işlev görebilecektir.
Şerif Mardin “Said Nursî Olayı”nı araştırmaya başladığı dönemde içinde bulunduğu “sosyalist” ortamı anlatırken;
“İnsanların davranışlarını anlamada pozitivizmin faydalı olduğuna inanıyorduk. Bilhassa Marksist arkadaşlarımızın en önemli boşluklarından biri, Marx’ın din hakkında söylediklerini hiçbir zaman ciddiye almamış olmalarından doğuyordu. Marx’ın, Türkiye’deki Marksistlerin düşündüklerinin çok ötesinde, çok daha incelikli, ampirik bulgulara dayalı yaklaşımları var din konusunda. Öte yandan Marx Weber’in genel iktisadî yorumlarını kabul edenler arasında, onun aynı zamanda bir din sosyoloğu olduğunu unutanlar vardı.
“Sonuç olarak, ‘Siz en önemli olanları unutuyorsunuz’ şeklinde bir ifade de bulunabiliyordum. Onlar da, ‘Unuttuk; ama bunlar da önemli değil,’ diye cevap veriyorlardı.
“Halbuki en önemlisi olduğuna hiç şüphe yoktu, çünkü pozitivizm meselesinin başında şöyle bir çıkış noktası var: ‘Din ortadan kalkıyor. Fransa Devrimi Katolikliği yıktı, yerine bir şey koymak gerekiyor…’”
Mardin’in gördüğü tehlike bugün Batı’da felsefenin bitme noktasına gelmesi ile (durumun yeni farkına varılması ile demeli) evrenselliğin reddi durumunu kaçınılmaz olarak ortaya çıkardı. Buna kimileri “dünyanın sonu” da diyebilir.
Bu aşamada sosyalist düşüncenin evrenselliği “birleştirmekten” ziyade “bölen” olduğu noktasına getiren bir hüküm alanından bahsetmek gerekiyor. Post-Marksist düşünür Etienne Balibar son kitabı “Des Universels” (Evrenseller) üzerine konuşurken buradaki sıkıntılarını da dile getiriyor. Ona göre: “Bugün gözlemlediğimiz de, dinî evrenselcilerin bitmek bilmeyen bir bunalıma gark olmaları… Bu sırada insan hakları temelli evrenselcilik de derin bir bunalıma girmiş durumda. Bunalımı henüz son bulmamış bir evrenselcilik ile bunalımı yeni başlamış bir evrenselciliğin karşı karşıya kaldığı bu durum, çarpışmanın şiddetini açıklıyor…
“Burada Batı’nın, ama aynı zamanda Doğu’nun da büyük bir değişmez değeri var: Şedit ve dışlayıcı olan bizatihi evrenselcilik değildir, evrenselcilikle topluluğun bileşimidir. Aslında bundan kaçınılamadığına göre, onu medenîleştirmenin yolunu bulmak gerekir. Benim gözümde temel siyasî görev bu” diyor Balibar.
Problem Batı’nın yüzyıllardır kaçıp durduğu İslâm gerçeği ile tekrar burun buruna gelmesi olarak karşılanmalı. Bunun için Balibar’ın Libération’a yazdığı bir yazıda şu cümle vardı: “Yazgımız Müslümanların elinde”.
Ona göre bunun anlamı şu değildi: “Müslümanlar, ya acil olarak modernleşirsiniz ya da mahvolursunuz, biz de sizinle beraber!” Bunun anlamı, şayet direniş bizatihi İslâm’dan gelmezse, şeylerin geri döndürülmez biçimde vahimleşeceğiydi.
“Bunun üzerine bazı kimseler üzerime üşüşüyorlar ve bana: ‘Sen hangi gezegende yaşıyorsun? Halk sınıflarını vahşi kapitalizmden koruma imkânı sağlayan tek çerçeve ulusal kimliktir!’ diyorlar. Yanıldıklarını sanıyorum, ama elbette bunu kanıtlamak gerek.
“Bunu bir namus meselesi yapıyorum: Ne toplumsal eleştiriden, ne de enternasyonalizmden vazgeçmek istiyorum.
“Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn’e hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-i Teymiye ve İbnü’l-Kayyimi’l-Cevzî’nin pek acib ve cazibedar eserleri…” (Tarihçe-i Hayat) ile çok yanlış başlayan bir dil ve kâinata ve insana bakışın (ve elbette Kur’ân yorumunun!) ürettiği direniş, Batı’da da söylendiği gibi, aslında “sosyalist” bir dil olan anarşistliğin toplumsal şiddet ve terörü “İslâmîleşmesi” kapılarını açmaya çalışıyor. (Yoksa-haşa- İslâm’ın terörleşmesi değil!) Çünkü yeni terör dalgası da bir devletler ya da dinler çatışması değil, sınıflar çatışmasıdır. Zenginler ve fakirler arasındaki derinleşmenin artık tahammül sınırlarının çoktan dışına çıkmış olmasıdır. Buna karşı bir bakış ve duruş ile “doğru hareket” arayışından başka bir şey yoktur. İslâm tek çıkış olarak ortadadır ve bu sebeple bütün çözüm beklenti ve arayışları burada toplanmaktadır.
Bu aşamada (İbni Teymiyye karşısında temel bir yaklaşım olarak) bir başka dâhi olarak Bediüzzaman’ın eserlerindeki sadece bir örnekle, mânâ-i harfî ve mânâ-i ismî kavramlaştırması bile yeni bir ufuk açacak, kurumuş zihinlere evrensel düşüncenin yeniden ve doğru biçimde inşasında tek başına temel işlevi görebilecektir. Evet, bazı kavramlar hayatın her noktasında insanın olduğu her yerde değişimi gerçekleştirebilir. İşte kainâta, hayata, insana, topluma… mânâ-i harfî ve mânâ-i ismî yaklaşımları ile bakmak da (Bediüzzaman’ın dört kelimesi mânâ-i harfî ve mânâ-i ismî, nazar, niyet) modern düşüncenin araçlarından antropoloji ve sosyoloji gibi birikimleri de yeniden ele alacak ve dönüştürecek büyük bir zihin değişiminin tetikleyicileri olabilir. Bunun toplum ve sınıflar ilişkilerindeki yansımalarını daha çok “Müsbet hareket” prensipleri olarak tanıyor ve bunun içinde yorumluyoruz. “Medeniyet çatışması” (Medeniyetler çatışması değil, ya da yukarıda da geçtiği gibi “Medenîleşme çatışması” olabilir durumun adı) bu şekilde sükûn bulabilir, önce “insan”dan başlayarak “sulh-u umumî” tesis edilebilir.
Wallerstein’ın “belâlı bir dönem” diye tanımladığı içinde bulunduğumuz “mevcut dünya sistemi ölürken yerine temelden farklı bir başka sistemin geçmeye çalıştığı” dönem.. İşte bu dönem Risalelerin ışığında ortaya çıkacak “yeni kelime ve kavramlar” ile tanımlanması son derece mümkündür. Yine bir örnek, Cihan Aktaş bir yazısında “hakikat sonrası” bu durumu şu şekilde aktarıyordu;
“Belâlı dönem”in bir başka özelliği bu: Siyasetin söz labirentleri bütün söylemleri kuşatıyor, farkı görünmez kılıyor. İmge yığınlarına boğuyor bu kuşatma bizi, kültür ve san’at alanında tüketici sıfatına mahkûm ediyor.”
Son günlerin popüler kitabı, Homo Deus’ta denildiği gibi; sosyalistler için san’at politik olmak durumundadır. Buna göre; insan da duygular da devletler ve sınıflar çatışmalarından başka bir şey değildir. Bediüzzaman’ın “siyasetten sığınması” yeni bir yol açıyor fikir ve san’at alanına da…
Ayrıca Üstad yeni dönemin bu alanda sloganı olabilecek mecraı da açıyor: Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. (Muhakemat) Yani fikrin ve hissiyatın kaynağını aldığı yeni dönem siyasetinden tamamen farklı bir “olay ufku”nu keşfedebiliriz.
Çeklerin meşhur siyaset adamı Vaclav Havel komünizm sonrası kapitalizm durumunu şöyle kıyaslıyordu: Sosyalizm döneminde eşit olarak fakirdik.. Kapitalizmle birlikte eşit olmayan şekilde zenginiz…
Bir dönem Dünya Bankası baş ekonomistliği yapan Kaushik Basu, aynı zamanda klâsik liberal teorinin bir eleştirmeni, kitabında küreselleşmenin olumlu etkilerini ayakta tutmak için “kârların paylaşımı” teklifini ortaya atıyor.
Buna göre: “Küreselleşmenin halihazırdaki işleyişinde, yoksul kimseler birbirleriyle yarış halinde. Ama bu yarışın sonucunda kâr artıyor; dolayısıyla eşitsizlikler de artıyor. ABD’deki hanelerin ortalama geliri, meselâ, 1998 ile bugün arasında değişmedi. Oysa ABD’de önemli bir büyüme yaşandı; bu da bu durumun en yüksek gelirlilere yaradığı anlamına geliyor. Dolayısıyla sorun, gelişmiş ülkelerin emek güçleriyle gelişmekte olan ülkelerin emek güçleri arasındaki bir kavgada değil; emekle sermaye arasındaki klâsik kavgada. Bu durumun bilincine varmak, küreselleşmeyle ilgili perspektifimizi değiştirme imkânı verir.
“Küreselleşmede muazzam bir yeniden dağıtım ihtiyacı var; bunun sonucu olarak da, bugünkü gibi yoksulluğun paylaşıldığı bir anlayıştan, kârların paylaşıldığı bir biçime geçilmesini teklif ediyorum. Fabrikaların yurtdışına çıktığı ülkelerdeki emekçilere yeniden dağıtılacak, kârlardan % 10’luk bir vergi biçimini alabilir bu. Zengin ülkelerin ahalilerinin gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasına ilgi göstermesini sağlayabilecek, evrensel kâr hakkının bir biçimi olur bu. Tabiî olarak başlangıçta müsaderelere başvurulacaktır; servet sahibi kişiler servetlerinin bir kısmını kaybedeceklerdir; ama bu, işbirliğinin de başlangıcı olacaktır. Ve küreselleşmeyle bencilliğin aynı şey gibi görülmesine son vermeye doğru da ilk adım.”
Dünya ekonomisinin günümüzdeki “özel olarak bunaltıcı” durumunu da şöyle tanımlıyor: Uluslar arasındaki rekabet tehlikeli bir yarışa yöneltiyor. En eşitlikçi ülkeler küreselleşmenin halihazırdaki bağlamında ayakta kalmak için eşitsizlikleri arttırmaya mecburlar. Düşük eşitsizlik düzeyli bir ülke olan Japonya’nın durumu böyle oldu; fakat şirketler bundan fena etkilendiler, çünkü küreselleşme bağlamında o toplumsal yapıyı korumak imkânsızdı. Yirmi yıldır Çin ve Hindistan’da da eşitsizlikler artıyor. Buna yeterince dikkat gösterilmiyor bence. Ama meselâ Ortadoğu’daki çatışmaların da bu bölgelerdeki istihdam durumunun bozulmasıyla bağlantılı olduğunu düşünenlerdenim”.
Bediüzzaman’a göre de, eşitlik olmadan adalet olmaz. O halde eşitlik de, adalet gibi, bencillik ile değil bir “kudsiyet”e dayanma zorunluluğu ile mümkün olacağı gerçeği, Basu’nun baştaki “…hiç bitmez ve tükenmez bir menba” (Münâzarât) olan zekâtın küresel açılımlı bir niteliğe geliştirilebilecek olan teklifi ile düşünülecek olursa kaçınılmaz olarak dünyanın önündedir.
“Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki; Hıristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hıristiyan, ne derece dinde mütesallib ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır. Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hattâ izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir. Öyle ise, kendini havas zanneden zalimlere, mazlûmîn ve avamın hücumu ile, Hıristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibariyle müteessir olmamak gerektir.” (Sünûhat)
Yeni dönemde ancak “serbestiyet ve malikiyeti” tesis ile “emeğin ve eşitliğin” yükselmesi halinde mevcut sistemin bütün sıkıştığı yerlerde genişleme ve gelişmeye vesile olabileceği görülüyor. Bu sebeple emeğin ve emeğe değer veren oluşumların dine, İslâm’a sarılmayı tek çıkar yol kabul etmesi gerekecektir. (Tabiî diğer taraftan; Müslümanlar’ın da zenginlik ve güçlerin artışı oranında dinlerinin gereği olarak “kibir ve gurur”dan kurtulabilmeleri şartıyla).
Dostoyevski’nin şu notundaki hatırlatma dünyanın geldiği noktayı ifade açısından önemli:
“Güç, kanın sıkıştığı yerde yatar. Fakat bu gücün kan akıtanlarda değil de kanı akıtılanlarda olduğunu yalnızca üç kâğıtçılar fark edemiyorlar. Bu dünyanın kan kanunu budur.”
Elbette Hz. Ali’ye ithaf edilen ifadedeki gibi, mazlûmun zalimden intikamını alacağı gün (hesap günü) daha çetin geçecektir.
Sosyalist düşünce için de “tarihin sonu” burasıdır:
İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna’ eden Kur’ân ile bir musalaha veya tâbi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’âna kılınç çekemez. (Emirdağ-2)
Yoksa, Müslümanlar açısından tarihin bu dönemi için de durum şöyledir:
“Cenâb-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslâh etmiş; Din-i Ahmedîyi (asm) muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir sâniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdi ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve va’detmiştir, va’dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi, her halde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder.” (Mektubat)
Caner Kutlu
Benzer konuda makaleler:
- Hakiki Zenginlik ve Meşru Rızk
- KÜRESELLEŞME -imkânlar ve tehditler-
- Hükumetler ve Yeni Asya
- En keskin silâh: Okumak ve belâgat
- Kardeş ve dostlardan gelen…
- Yeni Asya’m 43. yılında
- Merhaba yeni yıl
- Tefsirlerin farklı olması ve diğer hususlar
- Risale-i Nur, kemalizm ve Türkiye
- Engel çok, ama İttihad-ı İslâm mümkün
“Asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur’ların medyadaki katıksız dili olmaya özen gösteren Yeni Asya, sağduyulu çizgisinden ödün vermeden ‘doğrunun yanında haklının sesi’ olarak milletimizin gönlünde taht kurmuş bir misyon gazetesidir.”
İlk yorum yapan olun