En hayırlı ümmet

“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır.”[1]

Ümmetler içinde en hayırlı ümmet, Muhammed’in (a.s.m.) ümmeti. Çünkü en hayırlı peygambere ümmet olmuşlar. Bir mantık kaidesi olarak, faziletli ve üstün olana muzaaf olmak, ona dayanmak üstün olma sayılmaktadır.[2] Dolayısı ile en son peygamber, cin ve insin efendisi, kevserin sahibi olan Muhammed’e (a.s.m.) ümmet olmak, en büyük fazilet ve üstünlük sebebidir. Onun için en hayırlı ümmettir.

Ümmet kelimesi, topluma önderlik edecek olan grup anlamında kullanılmıştır. Ayet-i kerimelerde de bu manada kullanılmıştır:

“Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar…”[3] “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi….”[4]

Bu âyet, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dünyaya teşrif edip nübüvvet görevine başlamasından sonra insanlığın doğru rehberinin ve yol göstericisinin O ve onun ümmeti olduğunu açıklamaktadır. “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık”[5] ayet-i kerimesi de bu ümmetin başına konmuş bir taçtır. Dünyalara değişilmeyecek bir şereftir.

Vasat ümmet, ifrat ve tefritten uzak, istikamet üzere olan ümmettir. Nasıl ki insan duygularının vasatı istikamet ise, ümmetlerin vasatı da istikametli ümmettir. Bu sebeple Allah, insanlığı hakka davet gibi önemli ve şerefli bir görevi onlara vermiştir.

Bu görev daha önce İsrâiloğulları’na verilmişti:

“Andolsun ki Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızası için faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”[6]

Ancak onlar zamanla bu ahitlerini bozdular, “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün…”[7] ayetinin de ifadesi ile onlar bu şerefli görevlerini kaybettiler. Sorumluluğunu yerine getiremediler. İşi çok ileri götürüp peygamberlerini öldürmeye kadar taşkınlıklar yaptılar. Namaz, zekat gibi emirleri yerine getirmediler. Sadaka ve yardım şöyle dursun, faiz gibi bir büyük belayı insanlığın başına bela ettiler.

Sen çalış ben yiyeyim noktasına geldiler. Ebedi kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu düşünüp yanıldılar. İnançları ne olursa olsun sadece kendilerinin Cennete gideceğini, diğerlerinin Cehennemlik olduğunu düşünüp inançlarını da bozdular. Bunlardan dolayı, Allah onlardan bu görevi aldı, Muhammed (a.s.m.) ümmetine verdi.

Allah, ebedî kurtuluşun, kişinin bir gruba mensup olmasına dayanmadığını, bilâkis kişinin imanına ve iyi amellerine bağlı olduğunu bildiriyor. Allah’ın hükmü, bu dünyadaki genel kanaat ve kayıtlara değil, kişinin gerçek değerine dayanacaktır.

Allah mü’minleri dengeli, uyumlu, mûtedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini ifade etmektedir.[8] Ona ümmet olma bahtiyarlığına erenler de bu güzel ahlakı yaşayacak, bütün insanlığa bunları önce yaşayarak, sonra da kavl-i leyyin ile tebliğ vazifesini yerine getirecektir. İnsanlığa bunları öğretmek için gayret gösterecektir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de ümmetinin vasat ümmet olduğunu, bu halleri yaşayarak, yaşatmaya gayret ederek insanlığa nümune-i imtisal olan en hayırlı ümmet olduklarını beyan etmiştir.[9]

İslâmiyet, kendinden önceki dinlerin hükmünü ortadan kaldırmıştır. Allah katında yegâne din İslam’dır. İslam’ı kabul etmeden kurtuluşa ermenin mümkün olmayacağı kesin olarak beyan buyrulmuştur. “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”[10] Daha önce hangi dine mensup olursa olsun, İslam geldikten sonra onu kabul etmeden kurtuluşa ermek mümkün değildir.

Ümmet, İslamiyet’e sarılmaları, onun hakikatlerini yaşamaları nispetinde terakki edecek, ihmali nispetinde de gerileyecek ve geri kalacaktır.[11]

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) terbiyesinde yetişen sahabeler, bu güzellikleri harfi harfine yaşamışlar, kendilerinden sonraki asırlara ulaşması için her türlü fedakârlığı yapmışlardır. Allah hepsinden ebediyen razı olsun. Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı.[12] Bunlar seçilmiş ümmetin ilk safında olanlar. Dünyanın dört bir tarafına İslam’ı anlatmak için her türlü gayreti göstermişler. Çin, Afrika, Kıbrıs, Diyarbakır, İstanbul… dünyanın her tarafına bu hakikatlerin ulaşması için ne lazımsa yerine getirmişler.

Amellerin sevabı ve uhrevi fazilet noktasında sahabelere yetişmek mümkün değildir. Sahabeler İslamiyet ağacının kökleridir. Dalda ve meyvede ne kadar fazilet varsa o kökten gelmektedir. İslâmın kendilerinden sonraki nesillere ulaşmasına vesile oldukları için, “Sebep olan yapan gibidir.”[13] Kaidesine göre kendilerinden sonraki nesillerin yaptıkları iyilikten bir misli onların amel defterlerine gitmektedir. Kıyamete kadar amel defterleri açık kalacaktır. Bu da onların hep önde olacaklarına bir delildir.

“Evet, Sahâbeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin salevatlarda “Allahım, Efendimiz Muhammed’e ve âl ve Ashabına rahmet et.” demesiyle, Sahâbelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor.

“Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki mebdede küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. Hem nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik, daire-i muhitada bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi, Sahâbeler, İslâmiyetin şecere-i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları, hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirâc-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakikî Sahâbe olmak lâzım geliyor.”[14]

Dipnotlar

[1] Âl-i İmrân, 3/110
[2] Nursi, Bediuzzaman Said, Kızıl Îcaz, s. 158 (A.Badıllı baskısı)
[3] Bakara, 2/128
[4] Bakara, 2/213
[5] Bakara, 2/143
[6] Maide, 5/12
[7] Maide, 5/13
[8] Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 8
[9] Müsned, IV, 408
[10] Âl-i İmran, 3/85
[11] Nursi, Said, İlk Dönem Eserleri, s. 295
[12] Mücadele, 58/22; Beyyine, 98/8
[13] Müslim, İmare 133
[14] Nursi, Said, Sözler, s. 664

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*