En kıymetli metaımız

İnsanın, ecdadın dediği gibi “eti yenilmez, gönü giyilmez”. Ruhu ve onunla dışa akseden güzellikleri olmasa, eti de gönü de beş para etmez.

Bu cümleden olarak Cenâbı Allah’ın en muhteşem eseri olarak yaratılan ve esmâi İlâhiyenin en câmî tecelligâhı olan insan, her an dağılıp ayrılmaya mahkûm et ve kemik gibi maddelerle, asla dağılmayacak olan ve mahiyeti bizce bilinmeyen ruh ve bunlara bağlı olarak zahirî ve batınî duygulardan meydana gelmiştir.

İsm-i Azam’dan “Hay” isminin tecelligâhı olan ruhun insanın en kıymetli metâı olduğunu, Bediüzzaman, “Şuâlar” isimli eserinin 11. Şuâ’ındaki Meyve Risâlesinin 11. Meselesi’nde: “Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi’ olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var” sözleriyle vurgular.

İnsan, ihtiyaçları açısından ceset-ruh dengesi diye ifade edilen ve kendisini ayakta tutan bu dengeye ehemmiyet vermeyip, bütün himmetini fenaya mahkûm olan cesedine vererek madde-mânâ dengesini bozarsa, insan olma keyfiyetini kaybeder. Ruhun zaafa düşürüldüğü bu hâli, Bediüzzaman 29. Söz’de “Ruh kat’iyen bâkîdir” diyerek, aynı sözün İkinci Maksat Birinci Meselesi’nde ”İnce Remizli Bir Mes’ele” adlı bölümde şöyle ifade eder:

“Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lafız, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, camid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaîf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve sûret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla sûret, makûsen mütenasibdirler. Yani: Sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir.“

Bediüzzaman bu sözleriyle ruh-ceset ikilemini birbirinden farklı ilmî ve fennî misâllerle en vazıh bir şekilde izah eder.

Bu izahlardan anlaşıldığı kadarıyla, ceset fabrikası ruh ve kalbin aynası olan hasenât meyvelerini verme mânâsında işletildiğinde, sahibini Evc-i Âlâ’ya yükselterek Cennet ve saadet-i ebediyede ruh sür’atine yükseltip, Cennetin yeşil kuşları gibi, Cennet semalarında gezdirir.

Cesedin sırf dünyaya ait nefsî ve malayani ihtiyaçlarının gözetilerek yaşandığı bir hayatta ise, seyyiâtının bütün ağırlıklarını yüklenen ve onun hamalı olan ceset ve ruh, sahibini değil uçmak, belki de Cehennem derelerine yuvarlayarak, şekavet-i ebediyeye mahkûm eder.

Konuyu biraz daha açacak olursak: İnsan, bilinen tâbirle, üç günlük fani dünya ve onun endişesi için neler yapmıyor? Ruhundan, ömründen ve sahip olduğu diğer meta ve varlıklarından ne kadar fedakârlıklar yapıyor; dünya lâzımiyetinin ayrıntıları üzerine nasıl hassasiyetle titriyor, cesedinin fani güzelliklerini aynalardan bile kıskanıyor… Harika yemekler, katlar-yatlar ve süslü elbiselerle cesedini ruhunun rağmına kalınlaştırıyor… Sahip olduğu mevcut maddî varlıklar, bir diğer tabirle, yedi ceddine yetecek kadar bile olsa, himmet bekleyenlerden nasıl da esirgiyor… Asr-ı Saadet’in “Anam-babam, malım-mülküm her şeyim sana ve dâvâna feda olsun Ya Resûlallah” diyerek, gözünü kırpmadan bir anda bütün varlığını İman ve Kur’ân dâvâsına feda eden Ebubekirlerinin (ra), Ömerlerinin (ra) ve Osmanlarının (ra) hayat hikâyelerinden ne yazık ki ibret almıyor…

Dünyevîleşmek adına ceset ve nefsin ihtiyaçlarının galip gelip öne çıkarıldığı bir hayat tarzında, kalp ve ruhun ihtiyaçları geri plana düşer. Bu durumda kalp ve ruh gıdasız kalıp, ruhî hastalıklar ve sıkıntılar baş göstererek, geniş dünyası insana dar olur.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, ruh ve kalp pencerelerimizi nurlandırarak, saadet-i ebediyeye nâil kılsın, Allah’a emanet olun…

Bir başka MUHAVERE’de buluşmak temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*