Engeller, ihlâs, sebat ve metanetle bertaraf edilir

alt

Hamiyet ve gayretin gereği, sıkıntı, engel ve zorluklar ne kadar şiddetlenirse, o derece kuvvetlenen bir sabır, irade ve kararlılıkla mukavemet edip üzerlerine giderek onları aşmaktır. Çünkü çabuk ümitsizliğe ve yılgınlığa dönüşen bir hamiyet, hamiyet olamaz.

Muzır mâniler ihlâsla bertaraf edilir

Üstadın en az her on beş günde bir defa okumamızı tavsiye ettiği İhlâs Risalesi’nde vurgulanan önemli gerçeklerden biri şu:

“Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin (hayırlı işlerin) çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle (hizmetkârlarıyla) çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerekir.” (Lem’alar, s. 390)

Demek ki, ehl-i iman başta olmak üzere insanların ebedî hayatlarını kurtarma odaklı bir hizmette ilâhî bir tavzifle istihdam edilenlerin şeytanla imtihanları çok daha çetin ve çetrefilli.

Çünkü şeytanlar en çok onlarla uğraşıyorlar.

Hizmetten uzaklaştırıp yoldan çıkarmak için, şaşırtmak, saptırmak, yıldırmak, bezdirmek, aldatmak, dikkat ve himmetlerini dağıtıp başka şeylere kaydırmak, zaaf ve boşluklarını işletmek gibi dessas taktik ve yöntemlere başvuruyorlar.

Ve onların işi bu. İmanları kurtarmak için çalışan ehl-i hizmeti ne kadar zaafa düşürürlerse, onların gayretiyle sonsuz saadete kavuşabilecek olan o kadar insanı bu nimet ve mazhariyetten mahrum bırakıp ebedî helâkete sürükleyecekler.

Şeytanlar ile insî ve cinnî avaneleri cehenneme; iman kurtarma misyonunun takipçileri ise cennete adam yetiştirme mücadelesi veriyorlar.

Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri süregelen ve kıyamete kadar devam edecek bir mücadele bu.

Bu mücadelenin tabiatı gereği olan muzır mânilerden birine veya bir sonrakine veya daha sonrakine takılıp hizmetten kopmak, Allah muhafaza, insanı gayet yüksek bir kulenin başından düşürerek gayet derin bir çukura yuvarlayabilir.

Bu duruma düşmemek için ihlâs ve hizmet düsturlarını, sımsıkı sarılıp hiçbir zaman elimizi gevşetmememiz gereken bir rehber ve yol haritası olarak görmeli; o prensipleri sürekli okumalı ve hayatımızın mütemadiyen değişen safahatı ve yenilenen imtihanlar muvacehesinde tatbik gayretiyle şeytanların tuzaklarını boşa çıkarmalıyız.

O tuzak ve mânilerin önemli bir kısmına yine İhlâs Risalesi’nin izahlarında dikkatimiz çekiliyor.

Maddî ve manevî-uhrevî menfaat; mevki-makam sevgisi; şöhretperestlik; şan-şeref perdesinde insanların teveccühünü kazanma isteği; ilgi odağı olup dikkatleri üzerine çekerek enaniyetini tatmin etmek; korku; tamah, yani açgözlülük.

İhlâs bahsinin sonunda havale edildiğimiz Hücumat-ı Sitte’de şöhret, korku ve tamah-hırs tuzakları daha geniş şekilde tahlil edilirken, asabiyet-i milliye, enaniyet ve tembellik-işgüzarlık hastalıkları da anlatılıyor. (Mektubat, s. 699-726)

Ve bütün bunlar, özellikle lâhika mektuplarına serpiştirilen diğer ikazlarla birlikte okunduğunda, birbirini tamamlayan çok önemli ve hayatî bir prensipler manzumesi olarak yolumuzu aydınlatıyor ve tuzaklardan korunmamızı sağlıyor.

O tuzak ve mânileri aşmanın temelinde ise evvelâ yine Risale-i Nur’daki izahların kazandırdığı sağlam ve sarsılmaz bir tahkikî iman yer alıyor.

Bu iman, sahibini, herşeyden önce, ihlâsı kazanmanın birinci düsturu olarak ifade edilen “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” prensibine dayalı bir hayat ve hizmet disiplinine eriştiriyor. Bu disiplin, hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk′ın rızasını esas maksat yapıp sadece o rızanın tahsiline odaklanan bir şuuru yansıtıyor.

İhlâsı kazanıp muhafaza etmenin diğer bir müessir sebebinin “rabıta-i mevt” olarak ifade edilmesi ise, bu tevhid eksenli şuur ve disipline ahiret boyutunu katarak, aynı mânâyı perçinliyor.

Böylece, münhasıran Allah rızası hedefine kenetlenip, bu dünya hayatındaki hizmetini uhrevî bir misyon olarak yerine getirme çabasına odaklanan ehl-i hizmetin gözü, bunların dışındaki hiçbir şeyi görmüyor, hiçbirine kıymet vermiyor, fâni şeylere takılmıyor, sıkıntıları gelip geçici imtihanlar olarak değerlendirip yola devam ediyor.

Ve bu imtihanların hayat boyunca, son nefese kadar bitmeyeceğinin idraki içinde, bunların, hizmetini engellemesine izin vermeyip, tersine, muzır mânileri bir bir aşarak hedefine yürüyor.

Sebat ve metanet

Son derece önemli hizmet prensiplerinin yer aldığı lâhika mektuplarında en çok tekrarlanan ve defaatle vurgulanan esaslardan biri de “sebat ve metanet”tir.

Hizmette muvaffakiyetin en önemli şartlarından olan sebat ve metanetin çok farklı vecih ve boyutları var. Biz burada, dünyadaki hakim cereyanların iktidar ve nüfuz mücadelesinde kullandıkları yöntemlerin, dolaylı olarak hizmetimizi de etkileyen bazı ciddî sonuçlarına dikkat çeken ikazları hatırlatacağız.

Bu konuda Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektupta çok önemli tesbitlere yer veriliyor.
Bu mektubunda Bediüzzaman, yaz mevsiminin gaflet zamanı olduğuna işaret ettikten sonra, “zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları” vakıasına vurgu yapıyor. (s. 41)

Kastamonu Lâhikası’ndaki bir başka mektupta ise “zalimlerin satranç oyunları” ifadesini kullanıyor. (s. 85)

Dünyadaki hakimiyet mücadelesinde başvurulan yöntemin, eski devirlerde olduğu gibi sadece silâh ve savaş yoluyla işi bitirmek yerine, silâhı da ihmal etmeyen, ama geniş zaman dilimlerine yayılan yeni stratejilere dayandığını ifade ediyor.

Söz konusu stratejilerle, mücadele halindeki güçlerin taktik savaşları, yine Said Nursî’nin kullandığı ifadeyle, satranç oyununa benzetiliyor.

Satranç bir akıl ve sabır oyunu. Erbabının katıldığı turnuvalarda yarışmaların saatlerce, hattâ bazan günlerce devam ettiği görülebiliyor.

Aynı şey, iç ve dış siyasette de geçerli. Şahı alıp rakibini mat etmeyi hedefleyen diplomatik satranç oyunlarında en çok sınanan şey sabır ve dikkat. En usta oyuncular dahi, sabırlarının tükenir gibi olduğu veya dikkatlerinin dağıldığı bir boşluk anında şahı kaptırıp, masadan mağlûp olarak kalkabiliyorlar.

Tabiî, sabrı tüketip dikkati dağıtmak için her yola başvurulduğunu, akla hayale gelmedik taktiklerin kullanıldığını ve türlü türlü tuzakların kurulduğunu da unutmamalıyız.

Problemlerin yine aynı kasıtlarla çözümsüz halde sürüncemede bırakılıp adeta çürümeye ve kokuşmaya terk edildiği, insanların iyice bıktırılıp bezdirilerek, “Yeter artık, illallah” diye  herşeye razı olma noktasına getirildiği bu zehirli süreçler ilk planda öncelikle devletleri hedef alıyor; ama onların gerisinde toplumlar ve toplumun manevî dinamikleri mesabesindeki ehl-i hizmet için de son derece ciddî tehlikeleri bünyelerinde barındırıyorlar.

Çözüm kanallarının özellikle tıkalı tutulduğu bu kasvetli süreçlerin, her koldan ve her kılıkta devreye sokulan dessasça tuzaklarla iç içe yürümesi de hadisenin ayrı bir vechesi.

Üstadın “gaflet zamanı” olarak nitelediği yaza has tuzaklar bunlardan sadece birkaçı.

Yaz mevsimiyle diplomatik sihirbazlıkların birleşmesi sonucu büyüyen manevî tehlikeyi Üstad “Gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar” ifadeleriyle dile getirmekte.

Çare ise şu: “Bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeli, onun haricindekileri mâlâyâni bilip vaktimizi zayi etmemeliyiz. Elimizde nur var, topuz yok…”

Sabır ve hamiyet

Dünya bir imtihan meydanı ve hayat, birbiri peşi sıra gelen, hattâ bazan iç içe geçen bir imtihanlar süreci. İnişleri ve çıkışlarıyla. Varlık da bir imtihan, yokluk da; darlık da, bolluk da; kolaylık da, zorluk da…Bütün bu imtihanlarda sınanan şey, imanımız. Bilhassa Allah’a, ahirete, kadere imanımız.

Bir Ege seyahatinde Ödemiş’e gittiğimizde, ilçenin çok yakınındaki tarihî Birgi beldesine uğramış ve Aydınoğlu Mehmet Bey Camii′nde namaz kılmıştık.

Namazdan sonra hoca, 14. asrın başlarında inşa edilen caminin, nakışlarıyla dünyada benzeri bulunmayan minberi, kapısı, pencere kapakları ve hat yazıları hakkında bilgi verirken, yazılardan birinin “İman iki şubedir: biri şükür, biri sabır” mealindeki hadis olduğunu anlattı.

Kaynaklara baktığımızda Hz. Enes’ten (r.a.) rivayet edilen bu çok anlamlı ve orijinal hadisin, Beyhakî, Şuabü’l-İman, 123/7 ve Feyzu’l-Kadîr, 188/3’de mealen şöyle yer aldığını görüyoruz: “İman iki kısımdan müteşekkil bir bütündür; bir yarısını sabır, diğer yarısını şükür oluşturur.”

Aslında bu hadis pek çok şeyi özetliyor. Mazhar kılındığımız sayısız nimetlere şükredip, çile, sıkıntı, zorluk ve engelleri sabırla aşabildiğimiz ölçüde imanımız güçlenir ve ubudiyet imtihanlarını alnımızın akıyla başarabiliriz. Burada müthiş bir denge söz konusu.

Hep nimetler içinde yüzmenin getirebileceği gaflet tuzaklarına düşmemek için, sabır gerektiren sıkıntılara maruz bırakılıyoruz ve sabrımızın iyice zorlandığı noktalarda da, şükrün açtığı pencereyle nimetleri hatırlayarak ferahlıyoruz.

Zorlukların kolaylıkları, nimetlerin mahrumiyetleri unutturmayacağı bir sabır-şükür dengesi. Bu bahsin çok derin incelikleri, nüansları, boyutları var ve bunlar gerek geçmişteki İslâm büyüklerinin eserlerinde, gerekse Ahirzaman Müceddidinin külliyatında detaylarıyla açıklanıyor. Bu boyutlardan biri de, Üstadın zorluk ve engelleri aşma konusunda sabırla irtibatlı çok önemli bir iç dinamik oluşturan hamiyet hissine dikkat çektiği şu ifadelerinde karşımıza çıkıyor:

“Hamiyet, şiddet-i mevanie (engellerin şiddetine) karşı şiddetle metanet etmektir. (…) Çabuk ye’se (ümitsizliğe) inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 214)

Hamiyet ve gayretin gereği, sıkıntı, engel ve zorluklar ne kadar şiddetlenirse, o derece kuvvetlenen bir sabır, irade ve kararlılıkla mukavemet edip üzerlerine giderek onları aşmak. Yani, pes edip boyun eğmek ve teslim bayrağı çekmek yok. Çünkü çabuk ümitsizliğe ve yılgınlığa dönüşen bir hamiyet, hamiyet olamaz.

Ali Ulvi Kurucu’nun Üstadı anlatırken kullandığı “Rabbim, o ne muazzam iman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!” ifadeleri (Tarihçe-i Hayat, s. 20), hamiyetin çok muhteşem bir örneğini tasvir ediyor.

Zübeyir Gündüzalp’in, Üstadın yolunda yürüyen Nur Talebeleri için yazdığı şu sözler de:

“Risale-i Nur’la tenevvür edenler (nurlananlar), hak ve hakikat hizmetinde yorulmazlar. Manevî mücadelelerinde sendelemezler. Sarsılmayarak, sabır ve tahammül ederek mücadele ederler. Fütura (yılgınlık ve bezginliğe) düşmeden, azim ve sebatla cihad-ı diniye meydanlarında cevelân ederler. Evet, mücadele yolu çetindir. Fakat Risale-i Nur Talebeleri iman kuvvetine sahip olduğu için, iman gücü, onları bütün zorluklara göğüs gerecek ve aşacak hale getirmiştir.

“Risale-i Nur Talebeleri taarruza maruz kaldıkları vakit yılmazlar, yıldırırlar; çökmezler, çökertirler ve Risale-i Nur’un neşir hizmetini nesilden nesile devrederler. Birinin yetişemediği yerde, diğeri hizmeti tamamlar. İnşaallah kıyamete kadar da bu hizmet devam edecektir.”

Bu mânâları hazmedip yaşayabilmek duâsıyla.

Küresel dershane

2008 yılı Mayıs ayının sonunda Fransa’nın Normandiya sahillerine yakın bir dağ evinde, oradaki okurlarımızın organize ettiği ve Almanya ile Belçika’dan da katılımların olduğu bir programda Risale-i Nur dersleri yapmıştık.

Ondan altı buçuk ay sonra ise, oradan 24 bin kilometre uzaktaki beşinci kıt′ada, Sydney ve Melbourne şehirlerinde Nur sohbetlerine katıldık.

Normandiya ve Avustralya’da da söyledik: Dünyanın farklı ve çok uzak yerlerindeki bu tür ders ve programlar bize hep, Üstadın önde gelen talebelerinden Bayram Yüksel’in Sıddık Süleyman’dan aktardığı çok ibretli ve düşündürücü bir anekdotu hatırlatıyor:

“Bir gün içimden dedim: ‘Biz yazıyoruz, biz okuyoruz. Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?’ diye düşündüm. Böyle mülâhaza ediyordum. Üstad birden, ‘Kardaşım, göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım’ dedi.” (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, cilt: 3, s. 74)

Bayram Yüksel diğer eski saff-ı evvel talebelerden de buna benzer çok şeyler işittiğini anlatıyor. Ki, nurun ilk talebe ve kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik ve Hafız Halid’den de bu mânâda nakiller yapılıyor.

Ve yeryüzünün “küresel bir nur dershanesi”ne dönüştüğünü gösteren örnekler her geçen gün artarken, Risale-i Nur’un ilk telif edildiği yer olma imtiyazıyla nazarların çevrildiği Türkiye’nin de, bu eserlerin yazıldığı dil olarak Türkçe’nin de yıldızı giderek parlıyor.

Dikkatli tetkikler, başına musallat olan ceberut zihniyete rağmen medenî ve çağdaş değerlere İslâm namına sahiplenerek ve dinden hiçbir taviz vermeden “çağdaş” olunabileceğini ispatlama yolunda en güzel örneği teşkil etme yolunda ciddî mesafeler kat etmiş olan Türkiye modelinin bu niteliği kazanmasında Risale-i Nur’un rol ve katkısını mercek altına alıyorlar.

Bu eserlerin, Kur’ân’ın çağımız insanına mesajı ve dersi olarak iki cihan saadetinin formülünü sunduğu gerçeğini heyecanla keşfedenlerden, sırf Risale-i Nur’u aslından okuyabilmek için Türkçe öğrenmeye başlayanlar dahi var.

Dolayısıyla, başka ülkelerde olup da Risale-i Nur’la tanışma bahtiyarlığına erişenler, Türkiye’deki Nur Talebelerine gıpta ile bakıyorlar. “Ne mutlu size ki, bu eserlerin yazıldığı ülkede yaşıyorsunuz, bu eşsiz Kur’ân tefsirinin birinci derecedeki ilk muhataplarısınız ve eserleri orijinalinden okuma imkânına sahipsiniz” diyorlar.

Bu durumda bize düşen, bu özel mazhariyetin kadrini bilip, hakkını vermek için çok daha fazla gayret göstermek olmalı. Ve hizmetlerimizi, dar ve yerel ufukların ötesine uzanan bir bakışla, Üstadın Barla’da ifade ettiği küresel perspektife oturtarak devam ettirmeliyiz.

Bunu yaparken, hizmetin orijinal prensip ve esaslarına sadakatle ve tavizsiz bağlılığın korunması; hariçten gelebilecek farklı telkin ve manipülasyon çabalarına karşı her zaman dikkatli ve müteyakkız olunması; hizmetin asliyetinin her hal ve şartta muhafazası çok büyük öneme sahip.

Üstad “Risale-i Nur kendi kendine intişar eder” diyor. Bize düşen, perde değil, ayna olmak.
Peki, bizler bu büyük sorumluluğun şuurunda mıyız ve gereğini lâyıkınca yerine getirebiliyor muyuz?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*