Esbâb ve Müessir-i Hakîkî

Bütün esbâb silsileleri Allah’a dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufâtına birer perdedirler. O kudret-i kudsîyenin izzetini ve haşmetini muhâfaza için bütün zâhirî sebepler yalnız birer perdedirler; icâdda da hiç te’sîrleri yoktur. Emir ve irâdesi olmazsa hiçbir şey, hattâ hiçbir zerre hareket edemez. Öyleyse sebepler Allah’ın kudretine tenteneli bir perdedir. Allah’ın icrâatına ve kudretine ortak değillerdir.

 Perdeler arkasında Allah’ın ilmi, irâdesi ve kudreti işlemektedir. “Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, te’sîri esbâba vermiyor.”1 Sebeplerin te’sîri olmadığına birçok peygamber kıssasında olduğu gibi Yûnus (as)’ın kıssasında da şâhit oluyoruz.

Önce Yûnus (as)’ın kıssasını hatırlayalım. Yûnus (as) Ninova şehrinde peygamberlik vazîfesini tebliğ ederken kendisine tâbi’ olanlar az olduğu için Allah’ın izni olmadan şehri terk eder. Bu ayrılış hikmetli bir terk ediştir. Musîbet hataların neticesi ve mükâfatın mukaddimesi olduğundan, bu hikmetli terk edişin de sırları tahakkuk etmesi gerekir. Böylece Yüce Rabbimiz asırlara ve ümmetlere dersler çıkarılması için Kur’ân’da Yûnus (as) kıssasından icmâlen bahseder.

Yûnus (as) bir gemiye biner ve gemi hareket edemez. Gemi sahipleri ise kur’a çekerek seyyidinden kaçan köleyi bulmak isterler. Çünkü âdetleri öyledir. Çekilen üç kur’ada da kur’alar Yûnus (as)’a çıkar. Seyyidinden kaçan köle budur diye Yûnus (as) denize atılır. Birinci Lem’a’da ise mes’elenin özü ve hakîkat cihetleri anlatılır. Yûnus (as) “Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümîd kesik bir vaziyette”2dir.

Bu durum karşında sebepler cihetiyle Yûnus’u (as) kurtaracak bütün esbâb bilkülliye sukût etmiştir. İşte sebeplerin hiç- bir te’sîrinin olmadığı hakîkati Kur’ân’ın da lisânı ile bu kıssada anlatılmaktadır.

Yûnus (as) esbâbın bilkülliye sukûtu karşısında Kur’ânî ve tevhidî duruşunu yapmıştır. Ya’nî Yûnus’u (as) bu vazîyetten zahirde hiç bir sebep kurtaramaz. Ancak denizin, gecenin, balığın ve Yûnus’un hakîkî sahibi kimse ancak onu (as), O (cc) kurtarabilir. İşte bu hakîkati Yûnus (as) anladığı için önce bir iç muhâsebe ve murakâbe yapıp tövbe ederek suçunu kabul etmiş ve “Rabbine şöyle niyâz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.”3 Sonra “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” 4 demiştir. Çünkü “Nefsini ithâm eden, kusurunu görür. Kusurunu i’tirâf eden, istiğfâr eder. İstiğfâr eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu i’tirâf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İ’tirâf etse, affa müstehâk olur.” 5 İşte bu hakîkat gereğince Yûnus (as) kusurunu anlamış ve müessir-i hakîkî olan Yüce Allah’a yönelmiş, kesretten vahdete dönmüş, sebeplerin hiçbir te’sîri olmadığını anlamıştır.

Yûnus (as), sebeplerin de arkasında iş gören Müessir-i Hakîkîyi râzı etmiş ve Yüce Allah Yûnus’un (as) duruşundan râzı olmuş ki onu sâhil-i selâmete, Yaktîn ağacının altına, balığı bir denizaltı gemisi hükmüne çevirerek çıkarmış ve kurtarmıştır.

Bu asrın insanları olarak bu Kur’ânî kıssaya muhâtab olan bizler Yûnus’ın (as) duruşunun neresindeyiz? Sosyal hayatta devamlı işittiğimiz serzenişler bu işler nasıl düzelecek? Yûnusvârî duruşlar yapmadan ve fiillerimizle özümüzü, yüzümüzü ve yönümüzü esbâbtan Müessir-i Hakîkî’ye çevirmeden ve rızâ ma’kâmına ulaşmadan bu işler zor düzelecek. Çıkış Kur’ânî ve sünnetî duruşlar sergileyerek ve onun mânevî bir dersi ve tefsîri olan Risâle-i Nûr hakîkatlerini tatbîk etmek olmalıdır. Bundan başka da çıkış yolu gözükmüyor.

Biz Yûnus (as) gibi duruş yapabilirsek, bu sosyal ve içtimâî deniz bizleri boğamaz. Çünkü sebeplerin te’sîri yoktur. Sebepler arkasında iş gören irâde ve kudret-i Rabbaniyeyi görmek, anlamak ve idrâk etmek durumundayız.

Sebeplerin te’sîri olmadığını, bir de Birinci Söz bağlamında tefekkür edebiliriz. Yaz aylarının şiddetli harâretine karşı bitkilerin yapraklarının taze kalmasının arkasında “Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” 6 âyetinin okunduğunu görüyoruz.

Ateş ve harâret, emir altında hareket ediyor ve tabîatperestlerin en güvendikleri harâret ve salâbet dahi Allah’ın kudreti altında şekil alıyor ve emir ile yakıyor veya yakmıyor; yine emir ile o sert olan taşlar yumuşuyor ve yine emir ile sert oluyor. O nazenin yapraklar ve yumuşak kökler tabîatpereslerin rağmına Allah’a güvenerek ve “Bismillâh” diyerek her şeyin dizgini ve gücü elinde olan Allah’a dayanıyorlar.

Birinci Söz içtimâî ve siyâsî hâdiselerdeki harâretlere karşı koyulmasının sırlarını taşıyor. Eğer yazın o dehşetli harâreti karşısında ağaçlar “Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” âyetini okuyorsa bizler de fitne ve fesâd ateşleri karşısında bu âyeti dahâ fazla okumamız ve enfüsî boyutta hayatımıza tatbîk etmemiz gerekiyor.

Yine ipek gibi bitkilerin kökleri taşları şak ederken “Vur asânı taşa buyurduk.”7 âyetini okuduklarına şahit oluyoruz. Bizlere de, emre uyduğumuzda taş gibi en güvenilen sebeplerin ve kalblerin dahi yumuşayacağı dersini veriyorlar.

Biliyoruz ki taş sert ve katı bir maddedir. Ancak “Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları ‘Bismillâh’ der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. ‘Allah nâmına, Rahmân nâmına’ der; herşey ona musahhar olur.” 8 sırrınca taş dahi zahîrde sert gözükürken emir aldığında yanî Allah nâmına, Rahmân nâmına denilince emre itâat ediyor, üstünlük gibi görülen sertlik ve salâbet o yumuşacık kökler karşısında pamuk gibi yumuşuyor. Demek ki sert olan maddeler de Allah’ın emri ile hareket ediyor ve emir karşısında İblisvârî bir duruş değil emre itâat eder bir duruş sergiliyor. Demek ki bu asrın taşlaşmış kalplerinin yumuşaması için “‘Vur asânı taşa’ buyurduk” âyetini; fitne ve fesâd ateşlerinin yakmaması için de “Ey ateş, serin ve selâmetli ol” âyetini okumamız ve yaşamamız gerekiyor. Sebeplerin te’sîrinin ise ancak Müessir-i Hakîkîden gelen emirlerle olduğunu anlamalıyız. Bu ayetleri okumakta da bitkilerden ve ağaçlardan geri kalmamalıyız.

Demek ki eşyânın zâtında üstünlük aramak ve bu sebeple eşyâya ve esbâba te’sîr vermek şeytânî bir duruş oluyor. Allah’ın emri karşısında her şey şekil alıyor. O zaman biz kullar da tercihlerimizi emir dairsinde yapmalıyız. Yoksa esbâba üstün bir vasıf vererek vahyi ve emri bırakır sadece akılla üstün olanları aramaya kalkarsak “Tereccuh bilâ müreccih” 9 hatasına düşeriz. O zaman ipek gibi kökler ve nâzenîn yapraklar ağzımıza birer tokat vurabilirler ve mâ’nen “Tabîiyyûnun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor.” 10 hakîkatini bizlere ihtâr ederler.

Dipnotlar

1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 20.

2- Lem’alar, 2005, s: 16.

3- Enbiyâ Sûresi, 21: 83.

4- Enbiyâ Sûresi, 21: 87.

5- Lem’alar, 2005, s: 240.

6- Enbiyâ Sûresi, 21: 69.

7- Bakara Sûresi, 2: 60.

8- Sözler, 2004, s: 17.

9- Sözler, 2004, s: 760.

10- Sözler, 2004, s: 17.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*