Esma-i Hüsna ve iman esasları

San’at, san’atkârı gösterir. Hiçbir resim ressamsız, hiçbir yapı mimarsız, hiçbir fiil failsiz olamadığını çocuk aklı bile kavrar. Atomaltı parçalardan galaksilere kadar şu muhteşem kâinat bir uçtan diğer ucuna biribirine bağlı ve iç içe girmiş harika san’at eserleriyle doludur. Öyle ise onların bir san’atkârı vardır. Öyle ise, O Allah’tır. Öyle ise O’nun sonsuz isim ve sıfatları vardır.

Kâinatı, cin ve melek gibi rûhânilerle şenlendirerek; “cüz’i irâde – hür irâde” sahibi olarak da insanı kâinatın en son meyvesi olarak yarattı.

Kâinatın Sahibi, başta Rab (her şeyi terbiye eden ve ettiren), “Habîr” (her şeyden haberi olan, her şeyi haber veren), “Alîm” (her şeyi bilen ve her şeyi bildiren), “Mürsîl” (gönderen, ulaştıran, yollayan) ve sâir isim ve sıfatlarının muktezasınca peygamberleri önder, üstad, öğretmen tayin ederek; yaradılışın gayesini bildirdi, insanlığı terbiye etti; saadet ve felâket yollarını gösterdi.

“Bütün canlılara hayat veren ve cansızları da hayat sahnesine çıkaran” anlamındaki “Hay” sıfatı; hayatın sırrı da “peygamberlere imân” rüknünü remzen ispat eder. Çünkü, ebedî, sonsuz hayat, resûllerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle tezahür eder.

Eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o Hayy-ı Ezelî bilinmez. Nasıl ki bir adamın konuşmasıyla diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan ve gayb âleminin arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitâb eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.1 Yâni, Semâvî, hak dindir.

Muhsin, Kerim, Vehhab, Mün’im gibi isimleri de resûlleri, onlar da dini gerekli kılar. Çünkü, kâinatın yaratılmasının hikmeti, hayattır. Hayatın gayesi, ibâdet ve şükürdür. İnsanların yaptıkları en küçük ihsan, ikram, lütûf ve yardımlar karşısında teşekkür etmek, vicdânî bir gerekliliktir. Mün’im-i Hakikî olan Allah, başta insan olmak üzere bütün yarattıklarına sayısız ni’metler ihsan ve ikram ediyor.

Ve kezâ, Kelâm sıfatı da yine enbiya ve dini icap ettirir. Şöyle ki: Allah, Mütekellim-i Ezelî ve ebedîdir. Bütün konuşmaları ve konuşanları O yaratmıştır. Beşerin akıllarına ve anlayışlarına göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Yani, insanların seviyesine göre hitaptır. Evet, bütün ruh sahibi mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, Kelâm sıfatı ve rububiyetinin gereğidir. Kendini bildirmek için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa süsleyen ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak. “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette şuûr ve fikir sahibi ve konuşmasını bilenlerle konuşacak…”2

Âdil ismi de din ve peygamberleri iktiza eder. Âhiret ve haşir haktır; insan öldükten sonra diriltilecek; hayatının hesabı sorulacaktır. Bu da, hayat ve adâletle alâkalıdır. Demek, zalim cezâsını, mazlûm hakkını alacağı büyük bir mahkeme var.

Dipnotlar:
1- Sözler, s. 102-103.
2- Mektûbât, s. 90-91.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*