Eşyayla olan münasebetimiz

Odamda küçücük, bir karış boyunda bir Bonsai* ağacı var. Dost olduk. Epeydir misafirim. Konuşuyorum, sohbet ediyorum kendisiyle, evlerimizde annelerimizin yaptığı gibi. Güneş ışığının dikey gelmesinden hoşlanmıyor, suyunun fazla ya da az verilmesinden de. Kurak kalırsa, başı yine dertte. Huyunu suyunu öğrenmek epey vaktimi alacak. Varsın, olsun… Halimden memnunum.

Ellerini açmış bir Mevlevî gibi, Rabbine karşı zikirde her daim. S halinde kıvrılan gövdesi, rükûya varmış bir mü’mini tasvir ediyor âdeta. Yandaki dalları da, neredeyse dizlerine değmek üzere.

“Bir ağaç ki,
Eğile eğile ibadet olmuş.
Bir ağaç ki,
Ağaç deyip geçmek âdet olmuş”
— Arif Nihat Asya

Işığın yandan, arkadan vurduğu, halelerle çok enteresan manzaralar çiziyor. Yani ağacın üzerinde neyi görmek istiyorsanız, onun üzerinde onu görebiliyorsunuz.
Bundan bir müddet evvel, yaprakları dökülmeye başladığında, sanki benden de bir şeyler gittiğini sandım.
Oysa çok geçmeden iğne ucu kadar yeni sürgünler belirdi önce. Sonra yeni dallar yeni yapraklar vazife başına geçti.
Hayatta her şey böyle. Durmak yok. Her an, ama her an kudret-i ezeliye, kâinatı bin bir güzel isminin tecellisiyle anen feanen tazelendiriyor, değiştiriyor. Değişen bütün haller birbirinden güzeller. Çünkü onları değiştiren, ebedî ve sermedî bir güzelden geliyor bütün bu güzellikler. Onun için işte böyle güzeller.
Eşyayla olan ilgimiz çok enteresan.
Sevdiğiniz bir ayakkabı meselâ… Üzerinde inatçı bir toz, bir leke görseniz, çıkaramasanız onu, üzülüyorsunuz. Kaleminizi kaybetseniz, aramadan edemiyorsunuz, onsuz yapamıyorsunuz bir türlü. Onca zamandır emek verdiğiniz, elinizde tuttuğunuz, beraber olduğunuz bir şey, not defteriniz, tesbihiniz meselâ, bir an kaybolsa, mahzun oluyorsunuz. Kafanızın bir köşesinde yer ediyor bu. Aklınıza takılıyor ve çıkmıyor. Gömleğiniz, ceketiniz, pantolonunuz için de geçerli bunlar. Kırışsa, ütüsü bozulsa ya da bir yeri yırtılsa, elinizde değil, dertlenip kederleniyorsunuz.
Elinizdeki su ya da çay bardağı bir şekilde kırılsa, her ne kadar “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.” (Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.) deseniz de, nihayet onun da bir ömrünün var olduğunu bilseniz de, yine bir şeyler kopuyor içinizden.
Düşen her yaprak, üzerinde bir noktacık toz ya da kir bulunan ayakkabı, lekelerin göründüğü elbiseler, kaybettiğiniz eşyalar, her şey ama her şey, ne yapsanız, ne etseniz de, elde değil, derin izler bırakıyor. Yıllardır kullandığınız çaydanlığın ya da tavanın bir anda sapı elinizde kalıyor, diyelim. Ona da üzülüyorsunuz. Gerçi tamir edilmeyecek şey değil. Yenisi de alınabilir, ama mesele o değil. O anda ruhunuzda bir fırtına kopuyor işte…
Bütün bunlar eşyayla aramızda derin bir münasebetin var olduğunu gösteriyor. Sırrı, hakikati nedir, aşikâr bilemiyoruz.
Bir gün Hz. Peygamber Efendimiz’in (asm) evinde mum söndüğünde, “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.” (Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.)  diyor. Hz. Aişe, “Mum söndüğünde de mi, yâ Resulallah?” deyince, “Evet, her ne ki, senden ayrılıp gidiyor, her şey için.”
Demek ki, bizden ayrılan, uzaklaşan o şeyin de bir vakti var. Ayrılacağı, uzaklaşacağı anın kaderde tayin edilmiş bir zamanı var, bir ömrü var. O an gelmeden, o olmuyor. Onun geldiği anı kabullenmek de, kadere imanın güzel bir örneğini teşkil ediyor.
Yeri gelmişken, yakın zamanda yaşadığım bir hatıram var. Paylaşayım sizlerle.
Çok sevdiğim, beyaz porselenden bir çorba kasemiz vardı. Bir gün mutfakta her nasılsa annemin elinden düştü ve kırıldı. Babamla evlendikleri yıllardan kalma, en az 60 yıllık mazisi olan bir kâseydi bu. Hatırası da vardı yani.
Yerdeki kırıkları toplarken annem ne gibi bir tepki verecek diye bekledim. Baktım, oldukça sakin. Şaşırdım doğrusu… Dayanamayıp ağzımı açtım:
“Anne, pek üzülmedin galiba” dedim.
“Aman oğlum, niye üzüleyim? O kadar yıl vazifesini yaptı ya, yetmez mi? Çok bile dayanmış. Onca yıl insan bile dayanmıyor.” demez mi?
Güldük geçtik. Eski günleri yâd ettik.
“Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. / O güldükçe küçülür, eder tebeddül.” (Lemalar, 18) diyor ya Üstadımız; sanki bu söz, ne ki elden çıkıp gidiyor, hemen her şey için geçerli bir dert, bir üzüntü hapı gibi… Külli bir kaide sanki. Hepimizin bildiği bir söz ama bilmek başka şey, uygulamak apayrı bir şey. Aslolan da bu değil mi?
Bizden ayrılıp gideni güzel uğurlamak gerekir. Gelişine sevindiğimiz gibi, onu güzel karşıladığımız gibi, vedası da güzel olmalı. Bu razı olmanın hemen ardında kim bilir nice bereketler gizlidir. Bu gidişlerde, eşyayla aramızdaki bu bağlardan ayrılışlarda, belki kaderin bize uzatacağı bir ümit dalı olabilir; onu da bekleyip görmemiz gerekir.
Soğuk ve donuk bakınca, başka mânâlara da yorunca, işler sarpa sarıyor. O yol bizi hakikate götüren bir yol olmaktan çıkıyor. Doğru yol ise, kaderin çizdiği ve gösterdiği adreste gizli. O da razı olmaktan ve kabullenmekten geçiyor. Doğru yolla vicdanımız arasındaki en kısa mesafe budur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın istediği ve gösterdiği şekilde olanıdır. Onun için eskiler boşuna dememişler “Olan şey hayırlıdır.” diye.
Ya olana razı olacağız, ya da eşyanın bizden uzaklaşırken bıraktığı derin izler altında ezilip kavrulacağız. En azından ciddî sarsıntılar yaşayacağız. Bunlar da her gün azar azar tahammül ve azim ipimizi kemiren fareler ya da tutunduğumuz dalı kesen darbelerdir.
Belki de kafamızın bir köşesinde soru işaretleri belirecek:
Neden? Niçin? Nasıl?
Şeytanın işi bu. Ya kadere itiraz ettirecek, ya Rabbimizle aramıza bir perde çekecek. Bunun gibi nicesini, gün içinde belki yüzlercesini yaşamıyor muyuz?
Bazen sorular yerini vehimlere bırakıyor. Vehimler şüphelere, şüpheler suizanlara, suizanlar da gıybetlere kadar sürükleyebiliyor insanı. Maddî manevî hastalıklara mübtelâ ediyor.
İnsanın kendisine bile tahammülünün kalmadığı bu zayıf anlarda sabreden kazanıyor. Sabırda nice zenginlikler vardır. Onun yanında en dolu hazineler bile tamtakırdır. Yoksul bir insanın sabrı, zengin birinin ihsanından daha büyüktür. Her şey parayla alınmaz ne de olsa.
İyisi mi, gidene “Güle güle”, gelene “Hoş geldin… O’nun izniyle hoş geldin.” demek, her halde en doğrusu, en güzeli.
Yapabiliyor muyuz? Kolay değil… Bazen oluyor, bazen olamıyor. En azından doğrusunun ne olduğunu bilelim ve onu yapmaya karşı bir azim, bir aşk, bir şevk içimizde uyansın, o da o yeter.
Eşyayla olan münasebetimiz, çocukluğumuzdan bu yana, kendimizi idrak ettiğimiz günden bu yana sürüp gidiyor.
Eşya deyince, okuduğunuz gazeteden, elinizin altındaki kitaptan, dergiden, ayağınıza giydiğiniz çoraptan… Saymaya bir kalkın bakalım, nice eşyayla münasebetinizin olduğunu. Diş fırçasından, bardağınızdan, çatalınızdan, kaşığınızdan, tuttuğunuz kapının tokmağından, bir yanda odanızı süsleyen levhalardan, boynu bükük, mahzun duran gülden, lâleden, saksılarda açmayı bekleyen fesleğenden, begonyalardan, her şeyden, ama her şeyden, oturduğunuz koltuktan, sandalyeden, dizinizi dayadığınız masadan, gözünüzle okşadığınız her şeyle bir bağınız, bir alâkanız var.
Eşyayla aramızdaki münasebet çok derin. İnsan eşyayı buradan alıp da hiçbir yere götüremiyor zaten. Çünkü mülk, O’nun. Bizde emaneten duruyor. Eşya burada kalıyor ve insan bir kefenle gidiyor. Eşyayla olan münasebetine kattığı anlamlarla gidiyor. Onları helâl ve güzel bir yolda kullanmış ise, kendisinden ayrıldığı zaman güzel uğurlamış ise, geldiği zaman güzel karşılamış ve eşyanın hakkını vermiş ise, işte o zaman kazanıyor.
Bediüzzaman Hazretleri bu dünyaya büyük bir pazar ve bir ticarethane olarak bakıyor On Yedinci Söz’de ve bize bu yoldaki davranışın en güzel örneklerini sunuyor. Sadece eşya değil, bütün kâinat ve içindeki her şey için, şu derin ve manidar sözleri zikrediyor:
“Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.
Hem bir mezraadır. Ek ve mahsûlünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme.
Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.
Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış verişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma.
Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.” (Sözler, 187)
Bu cümlelerin ardından doğru adresi de gösteriyor:
“Demek değmez ki, alınsa; çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç; iyi mallar dizilmiş arkasında.” (Sözler, 188)

***

Son söz Mevlânâ’dan:
“Komşuların, dostların yardımı olmasa bile, bir iş yoluna girebilir. Ama senin takdirin olmasa, o iş asla olamaz.”
Allah’ım, bizi eşyadan eşyaya sefer eyleme. Eşyanın hakikatini görmeyi nasip eyle.
Allah’ım, gönül bahçemizi sonsuz baharının lûtfü ile dirilt, yemyeşil eyle. Meyvelerini, çiçeklerinden bol eyle.
Efendimize sonsuz salât ve selâm ile…

Dipnot:
* 30 cm boylarında, Japonların kendilerine mahsus ve bin bir emekle büyüttükleri küçük bir ağaç cinsi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*