Ey İnsan, kimsin sen?

Kimsin sen?
Bir ömür “ben ben” deyip duran sen…
Kimsin sen?
Sen Allah’ın kulusun.
Nerden gelip nereye gidiyorsun?
Bir su damlasından yaratılmışsın.
Sen âlemlerin Rabbi olan Allah’ın terbiyesinden geçmiş özel bir varlıksın.
Özelin özelisin, güzelin güzelisin.

Çevrene şöyle bir bak. Kim tanır, kim bilir seni? Ne organların, ne içinde yaşadığın dünya… Hiçbir şey bilmez, tanımaz seni. Her şeye muhtaçsın. Hiçbir şey elinden gelmiyor ama her şey imdadına koşturuluyor.

Kimsin sen?
Nesin sen?
Allah’ın kulusun sen.
Bilmek zorundasın. Yaratanına karşı bu dünyadaki görevinin ne olduğunu bilmek durumundasın.

Şöyle başını çevir, bir bak… Güneşten aya kadar, buluttan yağmura, topraktan ağaca, ağaçtan çiçeğe, meyveye kadar… Dağlar, denizler, ırmaklar, her şey bir gaye içinde, bir görev peşinde. Peki, sen neyin peşindesin? Bu âlemde görevin ne? Niçin her şey senin imdadına, senin yardımına koşturuluyor, farkında mısın? Son derece âciz ve zayıf olmana rağmen niçin her şey sana hizmet ettiriliyor ki? Bunu da düşünmelisin. Bunlar hayatının ve belki de ömrünün en önemli sorularıdır senin.

Sen başıboş değilsin. Seni bilen, seni gören, seni seven ve gözeten biri var.

Bu âlemde küçük büyük her varlığa, her mahlûka belli görevler yüklenmiş. Onun dışında hiçbir şey bilemezler, yapamazlar. Peki, senin görevin ne? Onu da sen bul, onu da sen bil. Seni annen baban yapmış olamazlar. Çünkü onlar da senin gibi yapılmış ve yaratılmışlar. Organlarına bir bak. Parmaklarının üzerindeki incecik deriye bir bak. O deriyle hissettiğin şeylere de bak, gözünle gördüğün dünyaya o gözden bir defa daha bak… Bak ki, sadece yaratılanı değil, yaratanın isimlerinin onların üzerindeki tecellilerini de görebilirsin.

Sen her ne kadar anne – babanın çocuğu olsan da ondan öncesi var. Sen ancak, seni yaratanın kulusun.

Organlarını en ince ayrıntısına kadar bilen, ruh dünyanı ve onun içindeki duyguları en ince ayrıntısına kadar düzenleyen biri var. Acıktığında nimetleri, susadığında suyu yaratan, sevmek istediğinde kalbinde sevgiyi yaratan bir Allah var. İşte sen Onun kulusun.

“Ne olmuş yani?” deyip geçemezsin. Herkes gibi senin de bir görevin var. Görevini unutanlara görevini hatırlatmak da senin görevin.

Hani demiştik ya, bu dünyada hiçbir şey görevsiz değil diye, faydasız, mânâsız değil diye. Buna sen de dâhilsin.

“Neler gittiyse hoşuna
Yaratılmamış boşuna
İlahî aşk sarhoşuna
İbretle bak ne görürsün”

Sen de buna dâhilsin. Öyleyse düşünmelisin. Benim görevim ne?

Bu dünyada hiçbir varlık kendi görevini kendisi belirlemiş değil. Aklı, şuuru bilgisi olmayan bunca varlık niye sana hizmet etsin ki? Başka işi mi yok? Bunu da düşünmelisin. Görevinin ne olduğunu bulacak kapasitedesin. Evet, sen varlık dünyasının gözbebeğisin. Dünyada güneş, odada elektrik lambası ne ise, sen de bu dünyanın manevî güneşisin adeta. Ayısın, yıldızısın. Sakın ola sahte yıldızlarla karıştırma aklını, duygularını; sen gerçek bir yıldızsın. Yaratanın özel bir tercihle yarattığı, kediler âleminde fare yapmadığı, bir tutam maydanoz yapmadığı özel bir varlıksın.

Hani demiştik ya, bu dünyada hiç kimse kendi görevini kendisi belirlemiş değil diye. Şimdi sen de düşünmelisin bir insan olarak. Böyle yüksek kapasitede yaratılmış bir insan olarak düşünmelisin:

Ben kimim? Rabbime karşı görevim ne? Onu nasıl tanımalıyım? Ona nasıl ibadet etmeliyim? Nimetlerine nasıl şükretmeliyim?

Buna kendin karar veremezsin. Kendi aklına göre bir yol tutturup gidemezsin. Senin için peygamber gönderen ve o peygamberin elinde bir kitap ile bu sorularının cevabını bildiren, seni çok ama çok seven Rahman ve Rahim olan Rabbinin bu dünyadaki özel bir misafirisin sen. Seni öyle bir dünyada ağırlıyor ki, ne beş yıldızlı oteller, ne açık büfeler, ne kapında özel hizmetçiler… Hiçbiri Onun ağırlamasının yanında beş para etmezler, hepsi sönük kalırlar.

Evet, her vicdanın kabul edeceği tek bir gerçek var ve bu gerçek oradan dalga dalga yükseliyor her an. Haykırıyor, ders veriyor bize: “Sen Allahın kulusun” diyor. “Sen âlemlerin Rabbi olan Allah’ın terbiyesinden geçmiş özel bir varlıksın” diyor. “Ve sen yaratıcını tanımak, Onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin” diyor. Evet, o ses öyle diyor. Kulak versen işiteceksin.

Senin yaratılış hamuruna neler katılmış, neler konulmuş, bir baksana. Cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş konulmuş. Bir güzel gördün mü, vuruluyorsun. Mükemmel bir eser gördün mü aklın başından gidiyor. Lütuf ve ihsanda bulunana karşı teşekkür etmeden duramıyorsun. İşte bütün bunlar yaratılışına konulmuş. Seni kim yaratmış ise, hamuruna, mayana da bunları o katmış. Sen hayatının bu ince yanını görmeden geçemezsin. Bunlara zıt düşemezsin. Bunlara aykırı davranamazsın, düşünemezsin. Elması cam parçasıyla değiştiremezsin. Kendini bu kadar ucuza satamazsın.

O kadar değerlisin ki, peşinden koca bir kâinat koşuyor, farkında mısın? Her şey senin için yaratılmış. Peki, sen ne için yaratıldığının farkında mısın? Bu dünyada her şey güzel. Hatta çirkin bile güzel. Çünkü güzelliğin derecesini onunla biliyorsun, onunla anlıyorsun. Dolayısıyla o çirkinin yaratılması bile güzel oluyor.

Boş yere itiraz edip aklını bozanları bir kenara bırak. Sen yaratılışının mânâsını, gayesini anlamaya çalış. Yol kesen eşkıyaların değil, yol gösteren enbiyaların yolunu tut. Karanlığın değil, güneşin peşine düş. Sana bu yakışır. Sen busun. Sen Allah’ın kulusun. Bu dünyada her şey güzel demiştik ya, sen bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin.

Kendini sevdiğin, kendine değer verdiğin gibi, sana hizmet eden varlıkları da seversin. Peki, bu sevdiklerini, bu güzellikleri vereni sevmek, senin insanlığının da en önemli bir gereği ve görevi değil mi? Her mükemmel eseri sever ve takdir edersin. Sen işte böyle bir şahesersin. Yakışmaz sana başka yollara düşmek. Aklını fikrini lüzumsuz işlerin peşinde yormak yakışmaz sana. Sen yüksek gayelerin insanısın. Güneşi gözbebeğinde saklayan bir damlasın sen. Kâinatın bir küçük misalisin sen.

“Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!”
– Necip Fâzıl Kısakürek

Lambaları yapanı sevip, güneşi yaratandan gaflet etmek sana yakışmaz. Taştan cansız heykeller yapan sanatkârları alkışlayıp, bir damla sudan seni canlı yapıp yaratan, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ı görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin. Sana yakışmaz bu. Ve sen düşün ki en küçük bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyi vicdanî bir borç bilirsin. Bir bardak çayın ve bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır senin gönlünde. Sana bir çift ayakkabı hediye edene yüzlerce teşekkür edip de, ayaklarını yaratana şükretmemek yakışmaz sana. Para verip aldığın gözlük için gözlükçüye teşekkür edip de, bedavadan iki gözü sana hediye eden Rabbine karşı lakayt kalamazsın sen.

Saymakla bitmez ki Rabbinin sana hediyeleri. Ya aklın? Ya hafızan? Ya bütün bunları taşıyan ruhun ve kalbin? Bunlara ne demeli? Bunlar şükre değmeyen basit şeyler mi? Katiyen ve asla… Bunun böyle olmadığını ve olamayacağını senin de aklın ve vicdanın tasdik ediyorlar.

Öyleyse sen şimdi sormalısın kendine: Kimim ben?

Evet, sen bu sorunun cevabını Rabbinden başka hiç kimsede bulamayacak, Onun Peygamberinden (asm) ve yüce kitabından başka hiçbir yerde bulamayacak özel bir varlıksın. Sen özelin özelisin, güzelin güzelisin. Rabbinin biricik eserisin, şaheserisin. Aklına vicdanına ters düşemezsin. Vicdanının sesine kulak tıkayamazsın sen. Senin hayatın ve hayatının gayesi, karşında bekliyor bilmen için, öğrenmen için, gözünü açıp görmen için, kulağını açıp işitmen için, kalbindeki o yüce sevgiyi Rabbine yöneltmen için.

Zamanı gelmedi mi? Uyanmanın vakti gelmedi mi?

Allah’ın kâinatta koyduğu kanunlara, nasıl hareket etmek zorunluluğu var ise, hayatımız için gerekli olan ve bize peygamberiyle bildirdiği ne varsa, o emirlere de uymak, hem aklın, hem hayatın, hem de imanın gereğidir. İşte hayat budur. Hayat ki, o hayatı veren için yaşandığında hayattır ancak. Gayesinden uzaklaşan bir hayat, hedefsiz akan sular gibi, çöllerde kayboluyor, buhar olup uçuyor.

Bu dünyada kimse de kalmıyor zaten. Biz Onun misafiriyiz dedik ya, gelen gidiyor, kimse kalmıyor, durmuyor. Getiren götürüyor. Giden gelmez, gelen gider. Ve bir gün sen de gideceksin. Gideceksin ama nasıl gittiğin önemli. Ellerin kelepçeli olarak mı gideceksin, yoksa ayaklarından sürüye sürüye mi götürüleceksin, ya da görevini yapmış aziz bir misafir olarak mı gideceksin? İşte mesele bu. “To be or not to be.” Kuru kafayı eline alıp konuşmak mesele değil. Aklını başına al da konuş, o soruyu şimdi sen de kendine, kalbine sor. Cesaret ister bu soruyu sormak. Sor ki, bu söz de yerini bulsun. Düşün ki, düşünen adam heykelinden bir farkın olsun.

Sen kimsin, sen nesin?

Bir ömür boyu “ben ben” diyen sen, sor o soruyu şimdi kendine:

“Ben kimim? Bu dünyada görevim ne? Ben kimin eseriyim? Ben niçin buradayım ve buradan nereye gideceğim?”

Sorular, muhataba göredir. Soruların muhatabı da sensin. Derecen de ona göre olacak.

Haydi bakalım, yolun açık olsun. Sınavlar çok ama bu sınav, sınavların sınavı. Sınavın ve cevabın hayırlı olsun inşallah. Allah yardımcın olsun.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*