Mana-i Harfi

Farkında değilim

Farkında değilim, Ey Rabbim, Seni ne çok sevdiğimin,

Üzeri hep küllenen, kor bir ateş gibi, yandığımın,

İnsan sevdiğinin nasıl farkında olmaz? Sevgi; farkında olunmayacak bir duygu değil ki, diyebilirsiniz. Fakat nasıl ki güneş ‘şiddeti zuhurundan’ gizli kalabiliyor. Şiddetli aydınlık içerisinde farkına varılmıyor. Ya da şiddetli ışığına çıplak gözle bakılamıyor.

Aynen öyle de muhabbetullah yani Allah sevgisi de insanın fıtratındaki en kuvvetli duygu olduğundan gizli kalabiliyor. Ancak mecazi aşkları yaşayanlar bu duyguyu bazen ölümüne hissedebiliyor.

Çünkü mecazi aşk sebebiyle her an sevdiğini düşünüp; her yerde onu hatırlayıp; şiddetle ona kavuşmak isteyen aşıklar; ‘kara sevda’ denilen illete yakalanıp ‘divane’ olabiliyorlar.

İşte bu yüzden Cenab-ı Allah sonsuz şefkatiyle kendisini gizlemiş; insana da ‘nisyan’ (unutma) vasfı vermiştir. Unutmak başımıza gelen musibet ve belalar açısından hayır ve nimet iken; verilen nimet ve güzellikleri görüp şükredememek açısından eksiklik olmaktadır.

Bir an bile, gaflet perdesi, kalksa idi, üzerimden,

Çöllerde Mecnun’lar gibi, divane olup, gezerdim ben,

Eğer unutup gaflete dalmamış olsa idik; muhabbetimiz o kadar şiddetli olacaktı ki; Leyla’ya âşık olup; her anında onu hatırlayıp; her an ona kavuşma arzusuyla çöllerde deliler gibi gezen Mecnun’dan farkımız kalmayacaktı.

Dünya hayatını devam ettiremez hale gelip; sevgimizden başka hiçbir şeye dikkat edemez hale gelecektik.

Nitekim bazı büyük zatlar bu durumu kısmen yaşamışlardır. Mesela, evliya zatlardan birisi; muhabbetullah perdesinin bir an aralanması yani gafletten çıkış ile bulunduğu şehirden kilometrelerce uzakta iki ay sonra ancak kendisine gelebilmiştir.

Sorarım, Seni, dağ-taş, çiçek-böcek, bütün mahlûkattan,

Beklerim, en son haberini, yağmur yüklü bulutlardan,

Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam yağmur başladığı zaman hafifçe ıslanacak kadar beklermiş. Sebebini soranlara ise yağmur damlalarının gayb âleminden şehadet âlemine yeni geçtiklerini kastederek “Onların Rabbimle ahdi yenidir” mealinde cevap verirmiş.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin canlı-cansız, şuurlu-şuursuz bütün mahlûkatın tefekkür diliyle okunması gereken birer mektup olduğunu ve Rabbimizden gelen bu mektupları okuyarak muhabbetimizi sürdürmemizi istemesi bu sebeptendir.

Bilirim, hasretini dindirmez, bütün bu mektupların,

Söndüremez, aşkından bir zerre, büyük okyanusların,

Fakat dünya fanidir. İnsan ise bekaya namzettir. Ebediyeti arzulamaktadır. Elbette bu sonsuz ihtiyacını karşılayacak bir Rabbi vardır.

Muhabbetullah ve o muhabbetullah içerisindeki iman-ı billah ahireti istetmektedir. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın müjdelediği ‘Rüyet-i Hakk’a mazhar olmak bir müslümanın en büyük isteğidir.

Bu sevgi ve istek o kadar şiddetlidir ki onun bir zerresini fani dünyanın okyanusları bile söndüremez.

Okudum, Senin sonsuz aşkını, Yunus’tan, Mevlana’dan,

Ders aldım, ‘acz-fakr-şefkat-tefekkür’ü Bediüzzaman’dan.

“Ne varlığa sevinirim/ Ne yokluğa yerinirim/ Aşkın ile avunurum/ Bana seni gerek seni” şiiriyle aşkını terennüm eden Yunus Emre ile insanın yaratılmasındaki yegâne amacın Allah’ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu açıkça ifade eden Mevlânâ’nın sevgi anlayışının temelini genel olarak bu iki hadis oluşturur:

“Aşk olmasaydı, varlık olmazdı.” (1)

“Mukaddes aşk, Hazret-i Muhammed (SA)de zahir oldu. Cenab-ı Hak, onun için; ‘Sen olmasaydın…’ buyurmuştur. (2)

Bediüzzaman Hazretleri ise, “Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim ‘acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür’ tarîkıdır. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenâb-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı Sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.” (3)

İnsana verilen aczden maksat, insanın haddini bilip Yaratıcısının sonsuz kudretini idrak etmesi ve O’na iltica etmesidir. Her daim O’na muhtaç olduğunun şuuruyla yaşamasıdır. Bu yüzdendir ki acz yolu, aşk yolundan daha tesirli ve daha selâmetlidir.

Fakr ise; insanın Rabbine karşı fakirliği ve muhtaçlığıdır. Fakr sayesinde, insan Rabbinin sonsuz zenginliğini ve Ehad ve Samed olduğunu, yani her şeyin O’ndan ve O’nun olduğunu ve her şeyin O’na muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını anlar. Bütün kâinatın, her şeyin ve herkesin bütün ihtiyaçlarını karşılayan ve hacetlerini verenin Allah olduğunu bilir.

Acıyarak ve esirgeyerek sevme, içten ve karşılıksız merhamet, karşılık beklemeden yardım etmek manalarını taşıyan şefkat ise; Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir cilvesi ve bir tezahürüdür. Bütün mahlûkattaki anne ve babaların yavrularına olan şefkatini tefekkür eden biri, Allah’ın sonsuz şefkatini idrak eder ve O’na müteveccih olur. İnsanlara karşı merhametli olur.

Tefekküre gelince; “tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktır ki, Hâkim ismine îsâl eder.” (4)

Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yollarından birisi, eserden müessire gitmektir. Yani eserlerinden hareket ederek eser sahibini tanımaktır. Eserler üstündeki marifet parıltılarını düşünmek ve okumak tefekkür oluyor ki, “Tefekkür, Hâlık-ı Rahimin hâzır, nâzır olduğunu düşünüp, O’ndan başkasının teveccühünü aramamaktır.” (5)

Dipnotlar:

1- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, C. V, İstanbul 1967-1972, s. 80/2020.
2- Age., C. V, s. 111/2746-49.
3- Sözler 773-774.
4- Sözler, 773.
5- Lem’alar, 397.

Benzer konuda makaleler:

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu