Farklılıklar fıtrîdir, fıtrî olmayan ise…

Risâle-i Nûr Külliyatı’ndan olan Tiryak’ta büyük bir hakîkat yer alıyor: ”Umûm esmâ-i hüsna, âzâmî mertebesiyle Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsinde tecelli ettiğinden…1”

Öyleyse Üstâd’ın her bir talebesi yüksek bir tecellî ile ayrı birer isim ve o haslet-i memduhalara mazhar ve ayna oldukları hakîkati ne kadar mükemmel bir müjdedir. Burada da görüldüğü gibi farklılıklar Rabbimizin esmâ-i hüsnasının her bir Nur talebesinde temerküz eden güneşin renkleri misilli tecellileridir. Onun içindir ki farklılıklar fıtrîdir diyoruz.

Gâyemiz Kur’ân’ın hakîkatlerini anlamak, o edviye-i Kur’âniyeden âlem-i asgarımıza Kur’ânî mânâların düşmesine çalışmak ve o hakîkatleri yaşamaya gayret etmektir. Rabbimizin rızasına ulaşmak ve şu kâinattaki bütün eşyadaki cilve-i esmâ tecellileri ile Rabbimizi tanımak ve O’na (cc) kul olabilmektir. Bundan gerisi teferruât kâbilinden hâdiseler değil midir? O halde ehl-i îmân olan ve Kur’ân’a hizmet dâvâ eden ehl-i hakkın yapması gereken en büyük mes’ele ihlâstan sonra tesânüdü muhafaza etmektir. Çünkü Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri “ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüd”dür diyor. Hem “Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın galebesi ve o musibeti def’inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi” diyor. Devamında da “Zındıkanın desiseleriyle, bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış; gayet dikkatle ve şeytancasına şakirtlerin hakikî kuvvetleri olan tesânüdü bozmaya çalışıyorlar” diye devam ediyor. Şu uyarıyı da ihmal etmiyor: ”Kurnazcasına dolaplar çevriliyor.2” Acaba bu kurnazcasına dolapların farkında mıyız?

Evet, farklılıklar fıtrîdir diyoruz. Fıtratın bir gereği ve gerçeğidir. Vâhidiyet içersinde Ehadiyet tecellisidir. Önemli olan farklılıklarla güzelliğin tamamlanması ve tekemmül etmesidir. Yoksa tek tip insan düşüncesi fıtrata aykırıdır ve istibdâdın yadigârıdır. Onun için de aynı eserleri okuyan insanlar fıtratları gereği farklılıklarını ortaya koyacaklardır. Bu gâyet normaldir.

Normal ve fıtrî olmayan ise şahsî farklılığını ve tehevvüsünü yada arzularına fikir sureti biçip bu arzularını cemaate tahakkümvârî bir şekilde zorlamak ve kabul ettirmeye çalışmaktır. Hatta fikir sureti giydirilmiş arzuların şahs-ı mânevînin üzerinde gösterilmesidir. Zaman zaman bunun acısını çok çektik ve de çekmeye devam ediyoruz. Buna kimsenin hakkı olmadığını düşünüyoruz. Haddi aşmamak, hak ve hukuka girmemek gerekir. Çünkü mert olan yalana tenezzül etmediği gibi, mü’min kardeşine de acımasızca vurmaz ve vuramaz. Nur talebeleri meşru olmayan zeminlerde konuşamadığını kardeşlerinin arkasından hiç konuşmamalıdır. Münâkaşa suretinde davranmak Nurun mesleğine zıttır. Çünkü Üstâd Hazretleri; “Sakın, sakın münâkaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münâkaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münâkaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.”3 demektedir. Bu îkazlar bizleri titretmelidir!

Kırmak, üzmek ve mizansız münâkaşa ile gitmek ve tartışmak Nûra muhatap olanların kesinlikle tevessül etmemesi gereken davranışlar olmalıdır. Hele hele şahs-ı mânevîyi incitecek söz ve fiillerden akrepten, yılandan kaçar gibi kaçmalıyız. Çünkü şahs-ı mânevîyi kırmak demek o şahs-ı mâneviyi temsil eden bütün fertlerin mânevî hukukuna tecavüz olur.

Bakınız Nûr Üstâdımız başka hangi noktalardan bizleri îkaz ediyor: “Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifâde edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz.”4 İşte çözüm burada: ”Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz” derken Üstâd Hazretleri ne demek istiyor? Üstâd’ımızın bu îkazına sadık kalabiliyor muyuz? Bizler bunun muhasebesini yapmalıyız. Başkalarında kusur aramak ve tenkid ederek cemaatin şahs-ı mânevîsine hücum edilecek kapıları açmamalıyız. Şahıslarla uğraşmak yerine hizmetimize bakalım ve şahısların farklılığını fıtrî mizac ve o şahsa temerküz eden esmâ tecellisinin farklılığı olarak görelim. Böyle yapmaya kendimizi mecbur bilelim. Yoksa başka bir çığır açarak hem bu hizmet-i Kur’âniyedeki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem de hizmetimize zarar verme ihtimali kuvvetli görünüyor.

O halde şöyle bağlamaya çalışalım. Ortak noktalarımızı bizlere fark ettiren asrın îmamı Üstad Bedîüzzamân Said Nursî’yi ve onun hayatının en mükemmel meyvesi olan Risâle-i Nûr’da muhtaç olduğumuz dersleri ve hakîkatleri arayalım ve tarayalım. Onları anlamaya ve yaşamaya çalışalım. Anlamasak da zararı olmadığını bilelim. Çünkü şahs-ı mânevî düsturu çok mühim bir sırdır. İştirak-i âmal-i uhreviyeye, sırr-ı ihlâs ile dâhil olup uhuvvet ve tesânüd sıfatları bizleri derecemize göre nasiplendirecektir. Çünkü iştirak-i â’mal-i uhreviye sırrı, ahirzaman asrında nur talebelerine nasip olmuştur. Bir de bu sır Asr-ı Saadet’te sahabelere nasip olmuştur ki Risâle-i Nur mesleği “Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.”5

Bizler kardeşlerimizin meziyetleri ile iftihar eden ve onların meziyet ve fazîletlerini kendimizin kabul eden bir mânevî vücudun hasseleri ve azâları değil miyiz?

İç âlemimde, kalbî ve rûhî dünyamda yansıyanları yazmaya çalıştım. Bütün kalbî ve vicdanî duygularımla söylüyorum ki, fiiliyatta da bu mânâların yaşanması Rabbimden dileğimdir. İnşâallah kuvveden fiile çıkmaya bu yazılanlar duâ kabilinden mukaddemeler olur ümidindeyim. Samîmî olan kalblerin duygu ve düşünceleri inşâallah duâ hükmüne geçer ve arzu edilen uhuvvet esintileri fiiliyatta temevvüc eder.

Dipnotlar:
1- Tiryak, 2000, s.90
2- Kastamonu Lâhikası, s.152
3- Şualar, s.321
4- Kastamonu Lâhikası, s. 236
5- Emirdağ Lahikası-1, s.67

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*