Felâket merkezli enstitü ve laboratuarlar

Körlerin köfte yiyişi hikâyesini elbette bilirsiniz. Köfteleri çift çift götüren körün karşısındakini suçladığını da… Bundan bir-kaç yıl öncesi zındıka, “yeşil sermaye” suçlamasıyla kontrolü dışındaki birkaç garip sanayici ve tüccarın gırtlağına sarılmıştı.

O günlerde meseleyi Türkiye çerçevesinde ve Kemalizm boyutunda algılamıştık. Aynı hadiseye bugün 11 Eylül penceresinden baktığımızda, başka şeylerin varlığını da hissediyoruz.

Birkaç yüz kişinin kontrolünde toplanmış dünyanın en önemli sermayesinin mahiyetinden, söz konusu komitelerden başka kimse haberdar değil. Ülkelerin başındaki idarecileri götürüp getiren bu sermayedarların, nasıl ve nerelerde mal biriktirdiğini devletleri temsil edenler de tam bilemezler. Yalnızca bu acı ve iğrenç kuvvetten çekinmekle yetinirler. Sermaye, idare ve siyaset arasındaki ilişkiyi dağdaki çoban da az çok biliyor. Yalnızca, zındıkanın bu meşhur dünya servetini nasıl sevk ettiğini, bununla dünyayı nasıl etkilediğini maalesef pek bilemiyoruz. Görünen masum tabelaların arkasına gizlenmiş enstitü ve laboratuvarlarda neler olduğunu öğrenmek, dünyayı barış ve refahla idare etmek isteyenlerin vazifeleri olsa gerek.

Amerika, İngiltere ve az bir kısmı da Avrupa’nın sair ülkelerinde bulunan bazı enstitülerle ilgili düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Dünya coğrafyasının önemli bölgelerinde yaşayan insanların zevk, problem ve etnolojik yapılarının detaylıca fişlendiği sosyal enstitüler ile, dünyayı, insanı ve çevreyi tahrip edecek her türlü silâh, ilaç, değişim metodlarının geliştirildiği fen ve teknoloji enstitülerine değinmek istiyorum. Bütçeleri Türkiye bütçesinden üç-dört misli fazla olan bu enstitülerde çalışan elemanların alanı dünya ve malzemesi de tüm insanlardır. Ara sıra halkların arasında İngilizce öğretmeni, arkeolog, antropolog veya gazeteci sıfatıyla dolaşan bu elemanlar, önemli insanların tüm bilgilerini Londra ve Washington’daki merkezlere rapor ederler. Zaman zaman yandaşları olan fert ve komite diktatörleri vasıtasıyla çalışmalarını fukara ahaliye de yüklerler.

Dünya siyaset ve sermayesini ellerinde tutma uğruna görsel medya, yazılı basın ve reklâma büyük paralar harcayan bu komitelerin, tüketimi, müstehcenliği, düşmanlığı, hastalıkları ve her türlü nifakı bu enstitüler vasıtasıyla körüklediğini de belirtmek istiyorum. Dünya liderlerinin koltuklarını sallayan bu enstitülerin raporları bazan büyük TV ve gazetelere format olur. Dünya o istikamette bilgilendirilir. Danışmanları genellikle sermayedarlar gibi gizlenmeyi yeğlerler. Rol icabı Soros, Kissinger ve Brzezinski gibi sahnenin önünde görünenlere de rastlanır.

Gariptir ki; Himalayaların üzerindeki karıncanın yürüyüşünü takip eden Amerika, New York, Washington ve Londra’daki bu enstitülerin karanlık köşelerinde, kalın duvarlar arkasında, insanlığın aleyhine hangi dolapların çevrildiğini maalesef bilemiyor. Elinde “güç” bulunan bu komitelerin tuzağına Clinton gibi düşmemek için, siyasetçiler ya kenarda dolaşıyor veya teslim oluyorlar. Amerikan halkı şarbondan korkmaz. Fakat teröristlerin bomba imalathanelerinden daha tehlikeli enstitülerin laboratuvarlarında, insanlığı mahvedecek deneylerin yapıldığını hem Amerikan halkı, hem de Avrupalılar hissediyorlar.

Bu enstitülere sadakatinden emin olunan akrediteli araştırmacılardan başka kimse giremez.
Dünya servet ve idaresini ellerinde tutmaya çalışan güçler Anadolu’daki sermayenin kıpırdanışından ürkünce “yeşil sermaye” düğmesine bastılar. Kemalizmin yardımcı unsur olarak devreye girmesiyle mantıkla birlikte hukuk da rafa kalktı. İslâm ahlâkından bigâne zengin olmak isteyen müteşebbislerimiz ne dünyayı, ne de bu korkunç servet dolaşımını bilmeden meydana atılınca servetleriyle birlikte izzetlerini de kaybettiler.

Halbuki holdingleşme, plan-projeler ve stratejik araştırmalar için enstitüleri gerektiriyordu. Zındıka bizim aslanlarımızın da dünyayı bir bütün olarak göreceklerinden korkarak, onları toplum, devlet ve dünya açısından “zararlı” ilân etti. Ve “yeşil sermaye” suçlaması Amerika’daki enstitülerin küçük bir endişesi neticesinde ortaya çıktı.

Zamanın Bediisini tanımamak cehalete müncer oluyor. “Küfür tek millettir” diyen nâkıs muhakemeliler hiçbir analiz ve tahlile gitmeden Batıyı bütünlediler. İslâma düşman olan küfrün burada “Deccaliyetçe” temsil edildiğini kavrayamayınca “toptancılığı” esas alarak, şu mahzun ve zelil günlere zemin hazırladılar. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa zalim kâfirleriyle Asya münafıklarının ekonomimize karşı yaptıkları ittifakı bundan tam yetmiş yıl önce haber veriyor. Bu ittifakın Asya ayağındaki Süfyaniyeti ve Avrupa ayağındaki “Deccaliyeti” Hıristiyan Avrupa’dan ayıramayanlar, ne ülke içinde, ne de dışarda başarıya ulaşamayacaklar. Bu nâkıs muhakeme ile daha birçok Anadolu aslanı Amerika’da gemilerini kaybedecek.

Bu arada Hz. İsa’nın (as) dinini esas alan Avrupa ve Amerika’ya da bir hatırlatmamız olacak. Şayet hür dünya; kaynağı ve aidiyeti tam belli olmayan dünya servetindeki dolaşımı şeffaflaştırmaz, söz konusu enstitülerdeki çalışmaları dünya ile birlikte kontrol altına almazsa evvela kendisine, sonra da dünyaya yazık etmiş, kendi ateşini kendisi yakmış olur. 11 Eylül’de olduğu gibi. Rivayet edilir ki, nazi kamplarındaki ilk çığlık, zehirli gazın mucidi Musevi araştırmacının çığlığıymış… Kendi icadı olan zehirli gazı, gaz odasının henüz dış kapısında iken kokusundan tanımış. Umulur ki, bilhassa Amerika ve İngiltere halkları yeni felâketlerle sarsılmadan önce, buralardaki enstitü ve laboratuvarlar kontrol altına alınsın.

Zaman gösterdi ki, maharet Himalaya tepelerindeki karıncanın hareketini takipte değilmiş, asıl maharet Washington ile Londra laboratuvarlarındaki insanlık dışı iğrenç çalışmaları engellemekmiş…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*