Fikirde delil, âhir ve âkıbet

alt

Münâzarât isimli eserin 48 ve 49. sayfalarında fevkalâde düşündürücü ve her mü’mini dikkate sevk edici veciz bazı ifadeler var. Şöyle ki:

“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür.

“Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.

“Çok silik söz ticarette geziyor.

“Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. Mihenge vurunuz.

“Delil ve âkıbete bakınız.”

Demek ki, piyasada dolaşıma giren bir sözü mihenge vurmanın da ötesinde, ayrıca mutlaka “delil ve âkıbet”e bakmak icap ediyor.

Hayretle görmekteyiz ki, dost ve kardeş diye bildiğimiz bazı kimseler, can alıcı bir mesele hakkında kendince bir delilden söz etmekle beraber, o meselenin âkıbetini hiç düşünmüyor, yahut âkıbet söz konusu olduğunda “Ben o kadarına hafız değilim, bilemem” deyip işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.

Oysa, ciddiyet ve ehemmiyet arz eden meselelerde delil gibi âkıbete de bakmak ve ona göre yorumlarda bulunmak lâzım geliyor.

Çetin imtihanlar

Hiç haberimiz ve irademiz olmadan misafireten gelmiş olduğumuz şu geçici dünya hayatı, hepimiz için bir imtihan ve tecrübe meydanıdır.

Herkes, derecesine ve içinde bulunduğu şartlara, imkânlara, durumlara göre çetin bir imtihana tâbidir.

Öylesine çetin bir imtihan ki, sapıtmak, dalâlete sürüklenmek isteyene de yol açıktır. Zira, onun da kendine göre önemseyeceği deliller, yahut hakikat dâneleri vardır.

Evet, “Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır.” (Lemâat/Sözler, s.  651)

Batıl mezheplerde, yahut dalâlet vâdilerinde hak(lı) noktaların bulunması, imtihan sırrından dolayıdır.

Bu cihette zuhûr eden hata ve günahın büyüğü, haklı noktaların arkasına gizlenerek o batılın taammümü, yani umuma yayılmasına çalışılmasıdır.

Birkaç misâl

Lâhika mektuplarında ve özellikle Eski Said dönemine ait bazı eserlerde “âhirzamanın vazifeli mühim şahsiyeti”nden söz edilirken, “ileride gelecek o zât” veya “yüz sene sonra gelecek o zât” gibi ifadeler kullanılmış.

Mehdiyet beklentisi içinde olan kimi şahıslar veya onların nâkıs fikirli simsarları, o ifadelerde kast edilen “Büyük Mehdi”nin “sonradan” yani Üstad Bediüzzaman’dan sonra geleceğine dair kendince bir delil çıkarmaya çalışıyorlar.

Sathî ve zahirî bir bakışla delil çıkarıyorlar; lâkin, o tarz sözleri ne mihenge vurdukları var, ne de aynı meseleye dair “âhir ve âkıbet” mânâsında söylenmiş son sözlere bakma cihetine gidiyorlar.

Meselâ, o çetin imtihan konusuna dair “nihaî sözler” cümlesinden perdeli sûrette sonradan derc edilmiş aşağıdaki iki hâşiyeye bakmazlar, görmezler, anlamazlar, yahut bunları anlamak istemezler. İşte o sözler:

Birinci Hâşiye: Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risâle-i Nuru ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, ‘bir adam’ demişler. (Âyetü’l-Kübrâ/Şuâlar, s. 152)

İkinci Hâşiye: Elhâsıl: Asırlardan beri beklenen ve muntazır kalınan zât, Risâle-i Nur imiş. Hatta, Üstad’ın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş. (Küçük Ali, Barla Lâhikası, s. 102)
* * *
Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektupta, hem hâs talebelerinin, hem de Denizli Mahkemesindeki ehl-i dünya kimselerin, kendisine “Eğer Mehdilik dâvâ etse, bütün talebeleri kabul edeceğine” dair sordukları soruya, muhatabına göre farklı vecheden cevaplar veriyor.

Özetle: Ehl-i dünyaya “seyyitlik” üzerinden “susturucu” cevaplar veriyor. Nur Talebelerine ise, aynı mesele hakkında “Onların elinde bir hakikat var; fakat…” şeklinde, çok hikmetli ve “izahatlı cevaplar” veriyor.

Zira, muhatapların kast ve niyetine göre, öyle mukabele edilmesi gerekiyor.

Miheng, delil ve âkıbet gibi noktalara hiç dikkat etmeyen, etmek de istemeyen bazı cerbezeciler çıkıp, Üstad Bediüzzaman’ın, zındıkların maksatlı sorusuna verdiği o susturucu cevaba sığınarak kendilerini teselli etmeye ve taraftar toplamaya çalışıyorlar. Veyl onlara!

Daire içinde mürşid

Şöhret-i kâzibe sahibi bazı heveskârlar da, 28. Lem’âda geçen “Daire içinde mürşid arayabilir” ifadesinden hareketle, bazı kardeşlerimizi şahıslara talebe veya mürid olmaya, ellerini öpüp onlara kul-köle gibi bağlanmaya sevk ediyorlar.

Fesübhanallah! “Rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları” hâiz Nur Külliyatının belki kırk yerinde o tarz bir hükmü nakzeden keskin cümleler, evvel-âhir tavsiyeler var.

İşte onlardan birkaç nümûne:

Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. …Mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. (21. Lem’â)
* * *
Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder. (Konf./Sözler, s. 723)
* * *
Hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun. (28. Lem’â)
* * *
Üstad Bediüzzaman’ın elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi, ruhen müteessir oluyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 428) Elini öpmek, ona âdetâ bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti… (Age, s. 443)
* * *
Demek ki neymiş?

Daire içinde ağabeylik-kardeşlik var. Fakat, iki taraf açısından da hocalık-talebelik, pederlik-evlâtlık, şeyhlik-müridlik münasebeti yok. El-etek öpme hali ise…

Elhâsıl: Küllî, umumî ve sarih mânâları bir tarafa bırakıp, hatta küçümseyip, onun yerine dar, hususî, lokal ve izâha, yahut müzakereye pek muhtaç dahilî imtihan noktalarını adeta ahkâm keser bir tarzda nazara vermenin neticesi, zihinleri bulandırmaktan başka birşey değildir.

@salihoglulatif’ten
Bu zamanda lâfızperestlik gibi, sûretperestlik, sanemperestlik ve şahısperestlik de bir hastalıktır; fakat heyhât, bilinmez ki hastalıktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*