Fırtınaların yıkamadığı insan: Said Nursî

“Bir tek gayem vardır. O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor.

 Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki, bolşevikler olsun.”

Böyle diyordu o yüce insan. Afakını saran dumanlı havayı görünce bütün benliğiyle haykırıyordu milletinin imanını kurtarmak için.

O bir iman abidesiydi…

O “milletinin imanını kurtarmak için cehennemin alevleri içinde yanmaya razıydı.”

O gençlerin ebedî hayatını kurtarmak için, kendi hayatını “fedâ” etmekten çekinmeyecek kadar cesurdu.

Dâvâ o­nun için büyük bir kudsiyet taşıyordu. Çünkü o­nun dâvâsı iman kurtarma dâvâsıydı. Bunun içindir ki, sarp kayalıklardan aşağı ayağı kayıp düşerken bile kendi canından önce dâvâsını düşündüğü için,”dâvâm” diye nidâ etmiştir.

O her türlü çileye, ıztıraba göğüs gerdi. Her türlü acıyı tattı. Bu uğurda defalarca zehirlendi. Bir saat bile rahat bırakılmadan zindanların küflü duvarları arasında ölüme terk edildi. Hiçbir beşerin takat getiremeyeceği acıları yaşadı. Ama o “iman kurtarma dâvâsından” zerrece taviz vermedi. O hapishanelerin köşesinde mum gibi eridikçe, etrafına yayılan şahikalar demir parmaklıklar arasından süzülüp Anadolu’nun bağrında bir volkan gibi parladığında bütün yarasalar tedirgin olmaya başladı. Tedirginlik arttıkça mengene biraz daha sıkılıyor, acılar biraz daha katmerleniyordu. Fakat o aldırmıyordu. Ölümü bir tebdil-i mekân olarak gördüğü için, hiçbir tehdide boyun eğmeden “bir elime dünyayı, öbür elime ahiretimi almışım, tek dünyalılar karşıma çıkmasın” diyerek meydan okuyordu.

Ona dâvâsından vazgeçmesi için, dünyanın bütün cazibedar şeylerini teklif ettiler. Fakat o hepsini elinin tersiyle iterek dâvâsı uğruna her türlü meşakkati omuzladı. Aç kaldı, susuz kaldı, dağ başlarında ölüme terk edildi, ama “iman kurtarma dâvâsından” vazgeçmedi. Çünkü karşısında müthiş bir yangın vardı. Alevleri göklere yükselmişti. İçinde imanı tutuşmuş yanıyordu. Böyle bir durum karşısında, tüm dünya zevklerini tadarak, keyif üzerine keyif çatarak durabilir miydi? Asla…Ve duramadığını bir ömür boyu yaşayışıyla gösterdi.

O hep şunu söylerdi, “Ben acele ettim kışta geldim, siz cennet âsâ baharda geleceksiniz.”

Sadakte Üstadım!. Bahsettiğin cennet âsâ bahar geldi. Ektiğin nur tohumları meyveye durdu. İmanını kurtardığın milyonlarca insan bugün dünyanın dört bir yanında, omuzlarımıza yüklediğin hizmet-i Kur’âniyeyi muhtaç olan gönüllere ulaştırmak için, gece demeden gündüz demeden çalışıyorlar. Sadakat dâvânın bürhanı olan “Risâle-i Nurlar” yaklaşık otuz küsûr dünya dillerine tercüme edilerek gönülden gönüle bir şelale gibi akıp gitmektedir.

“Hamdolsun. Bugün öyle bir gündür ki, sürûr ve saadet goncalarıyla alem gülistana döndü. Kalbine feyiz ve bereket doldurmak isteyenler, Nurun hakikatlerine koşuyorlar. Sükun ve sürur arayan kalpler, ıztırap ve musibetlerden bizar olanlar, o­nun reçetesine başvuruyorlar. Şevk ve gayretlerini artırmak isteyenler, fikir ve gayelerine istikamet arayanlar, o­nun getirdiği hakikatlara teslim oluyorlar. Artık istikbal için revnaklı bir saadetin henüz başındayız. Marifet ziyası biiznillah az zamanda bütün cihanı içine alacaktır.

Ve sadakte Üstadım…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*