Geçen bir ömrün serencamı

Hayatta her şey gönlümüzden geçtiği, istediğimiz, beklediğimiz gibi olmayabiliyor. Bizlere düşen çalışmak, gayret göstermek, sebeplere teşebbüs etmek ve neticeyi Cenâb-ı Allah’tan tevekkülle, teslimiyetle, duâ ile beklemek gerekiyor. Bütün bunlara rağmen dünyanın imtihan meydanı olduğunu unutmadan her hadiseye İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip pencerelerden ibretle seyretmeliyiz.

Haydar Bey, sıkıntılı, öfkeli, sabırsız ve olaylara ters noktadan bakan bir insan profili çizen karaktere sahipti. Bakış açısındaki eksiklikler onu sürekli zorluklara, hatalara ve zahmetlere sürüklemiştir. Bu tezatlar onun hayatına, işine, sağlığına ve aile hayatına yansımıştır. Geçmiş sıkıntılarını, hayatta çektiği zorlukları, astsubaylıktan atıldığını, eşi ve çocukları ile yaşadığı sıkıntıları uzun uzadıya anlattı. Eşinin vefatından sonra hastalanması ve yatağa bağımlı duruma gelmesiyle de huzurevine girmek durumunda kalmıştı.
Onun hayata tutunması, geçmişe sünger çekerek, yeni bir sayfa açarak huzurlu, mutlu bir insan olarak yıllarca boş bıraktığı manevi bataryaları imanla, ibadetle ve dualarla doldurması; maddî ve manevî sağlığının tedavi olması için itinayla ve gayretle çalışmaya başlamıştık.
Ancak o, her haliyle ve davranışlarıyla sert ve öfkeli bir mizacı sahipti. O tavırlarıyla herkesi acımadan kırıyor, bağırıp, çağırıyor, hakaretler ediyor, tehditler savuruyordu. Personel ve yaşlılardan gelen şikâyet ve sızlanmalar üzerine kendisiyle yaptığım görüşmelerde durumunu, yanlışını kabulleniyor, ruhsî yapısından, hastalığından ve yaşlılığından kaynaklandığını söylüyordu. Ama kaldığı yerden yine devam ediyordu. Hayatta çektiği iç sıkıntıları, nahoş hadiseler ve kaybettiklerine duyduğu üzüntülerin kendisini böyle istenmeyen ve sevilmeyen bir duruma getirdiğini itiraf ediyordu.
İçinde bulunduğu psikolojik durumu ve rahatsızlıklarını da göz önüne alarak onun davranışlarına sürekli toleransla bakıp, her seferinde iyiye, güzele, rahata, huzura ve mutluluğa kavuşmanın yöntemlerinden usanmadan, yorulmadan bahseder, sabır tavsiye ederdim.
Vakıftan arkadaşlarla tanıştı. Onlarla da hayata bakış konularında tartışmalar yapmış. İlke ve inkılâplardan dem vurmuş, ötenaziyi savunmuş, Müslüman ülkelerin insanlarının geri kalmış olmalarından bahisler etmiş. Bütün bunlara rağmen ona iman ve Kur’ân hakikatlerinden bahisler anlatmışlar, manevî reçeteler sunmuşlar. Şefkatle ve merhametle kucaklamışlar. Onun sert, öfkeli ve agresif tutumu karşısında sabırla ve iyi niyetle muamelede bulunmuşlar. Kendisine Üstad’ın Mektubat isimli eserini hediye etmişler.
“Bütün günüm bir şeyler okuyup, yazarak ve televizyon seyrederek geçiyor. Tekerlekli sandalye ile katlarda salonlarda dolaşıyorum. Düzenli şekilde yemeklerimi yiyorum ve ilâçlarımı kullanıyorum. Bunun dışında maddî ve manevî hiçbir dünyam, yaşantım yok” sözleri ile kendisini anlatıyordu. Daha çok yüksek makamlara yazılar yazar, mektuplar ve kartpostallar gönderir; oralardan gelen cevabî yazılarla teselli olur, gurur duyar ve hatta insanlara bu durumu bir tehdit unsuru olarak da lanse ederdi. O alâyişi, nümayişi, büyük zatlarla, makamlarla, müşerref olmayı çok seviyordu.
Onun olumlu, olumsuz tavırlarına ve karakteristik yapısına bakmadan, yanlışlardan vazgeçip doğrulara yönelmesi için hep kavl-i leyyin üslupla, içten ve samimi tavırlarla, şefkatle, tebessümle yaklaştım. Bu onu birçok yanlışlardan da alıkoymuştu. Rahatsızlıkları çok ilerlemişti. Bir ay yoğun bakımda kalmış, iki ayağını kendinden önce kabre göndermişti. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Son gördüğümde çok zayıflamış ve hastalığı ağırlaşmış, benzi solmuş olmasına rağmen, bilinci ve hafızası yerindeydi. Görüşmemizde her konuda sorduklarıma mantıklı ve tutarlı cevaplar verdi. Kendisine her türlü desteğin verileceğini, moralini yüksek tutmasını söylediğimde teşekkür etti. Hastalıkların duâların kabulüne vesile olmasını hatırlatarak bolca Cenâb-ı Hakka duâlar etmesini tavsiye ettim. Yorumsuzluk ifade eden bakışlarının arkasındaki sabit, sükût ve müphem duruşun karşısında beklemenin yersiz olacağından, geçmiş olsun dileyip, veda ederek hızlı bir şekilde ayrılmak durumunda kalmıştım.
Bir hafta sonra vefatı ile Özel Park Hastanesinin açılış programı aynı güne rastlamıştı. Binanın ön tarafında müzikli eğlenceler, çeşitli folklor gösterileri, Bakanın, valinin, belediye başkanının konuşmalarının sesleri işitiliyor, her yer balonlarla süslenmiş, konfetiler patlatılıyordu. Davetlilerin coşkun alkışları duyuluyordu. Yüksek sesli cihazlardan gelen alâyiş ve nümayiş gürültüleri altında binanın arka tarafındaki morgdan Haydar Beyin cenazesini teslim alırken aklıma birçok düşünce, ibretler ve mülahazalar geldi. Hepsinden zihnimi uzak tutarak: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir…”1 âyetinin mânâsını hatırlayıp tefekkür ettim. Bir tarafta eğlenceler, gülüşmeler, coşkun kalabalıkların alkışları; öbür tarafta günahıyla, sevabıyla huzura çıkan zavallı bir fanide kendini gösteren ölümün gerçek yüzü.

Dipnot: 1. En’am Suresi, 32.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*