EURONUR ÖZEL

Gemideki hayat

Nihayetsiz kâinat boş değildi

Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Gerry Gilmore, dünyanın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızları saymıştı.

Gökyüzünün haritasını çıkaran Gaia teleskobu projesini yürütüyordu.

Profesör Gerry Gilmore BBC’ye yaptığı açıklamada, “Gaia’nın ilk topladığı verilerle 2 milyar yıldızı tespit etti. Bunlar, Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızların sadece yüzde 1’ini oluşturuyor” diyordu.

Bu hesaplamaya göre eğer iki milyar yıldız toplamın yüzde 1’ini oluşturuyorsa; galaksimizde toplam 200 milyar yıldız olabilirdi.

Pek çok galakside Samanyolu Galaksisi’ndeki kadar yıldız vardı.

Kâinatta yaklaşık 100 milyar galaksinin varlığı tahmin ediliyordu.

Ancak her galakside ortalama 200 milyardan fazla yıldız bulunduğunu varsaydığımız zaman yaklaşık bir septilyon yani 10^24 yıldız olabileceği tahmin ediliyordu.

Yirmi dört sıfırlı kavranamayacak kadar büyük bir rakamdı.

Yarıçap uzunluğu yaklaşık 700 bin km olan Güneş, hacmen yaklaşık 1,3 milyon tane Dünya’yı içine alabilirdi.

Bu büyüklük evrendeki bazı yıldızlarla kıyaslandığında epey küçük kalıyordu.

Çünkü evrende Güneş’ten binlerce kat büyük başka yıldızlar bulunuyordu.

Samanyolu Galaksisi’nin genişliği genellikle 100.000 ila 200.000 ışık yılı arasında olduğu kabul edilmesine rağmen, bu değerler hala tartışmalıydı.

Galaksimizin çapı ve genişliği hakkında kesin bir değer belirlemek; galaksimizin tam yapısını ve galaksinin farklı bölgelerindeki yıldızların hareketlerini anlamak gerektiği için zordu. (McMillan, 2011).

Hiç şüphesiz, kâinat büyük bir yerdi. Peki, ama ne kadar büyüktü?

Kanada’da bulunan Ontario Üniversitesi’nde bir astrofizikçi olan Sarah Gallagher, Live Science’a verdiği demeçte, “Bu, gerçekten de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir şey olabilir” diyordu.

Çünkü kâinat sürekli artan bir oranda genişliyor. Işığın bize ulaşmasına dek geçen süre içinde, kâinatın sınırları da büyüyordu.

Büyük Patlama’dan bu yana 13.8 milyar yıldır genişlediği için, comoving mesafesinin (yarıçap); ilgili hesaplamalara dayanarak 46.5 milyar ışık yılı olduğunu tahmin ediliyordu.

Kâinatın kavisli bir şekle sahip olduğu varsayımına dayanan; daha önceki bir çalışma, gerçek evrenin, aslında 46.5 milyar ışık yılı olan görebildiğimiz genişlikten en az 250 kat daha büyük olabileceğini ortaya koymuştu.

Gözlemlenebilir evrenin çapının ise yaklaşık 28 milyar parsek (93 milyar ışık yılı) olduğu tahmin edilmekteydi.

Bu hesaplamada gözlemlenebilir evrenin en uzak ucu yaklaşık 46-47 milyar ışık yılı ötede olarak hesaplanmıştı.

Kur’an’a göre gökler ve yerler bitişik iken, Allah aralarını büyük bir patlama (Bing Bang) ile ayırdı.

Büyük patlamadan sonra yüce Allah; bulutsu kütle haline gelen (sedim) göğe ve yere, çekim kanununa göre yerlerinizi alınız emrini verdi.

Bu olaydan sonra evren devamlı bir şekilde merkezden dışa doğru genişlemekteydi.

Evrenin genişlemesiyle ortaya çıkan ‘kara enerji’ kavramını keşfeden ve bu keşfiyle1998 yılında Science Dergisi’nin ödülü almış olan Prof. Alex Flippenko, evrenin tam 14 milyar yıl yaşında olduğunu belirtmişti.

Dünya ise yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, muhtemelen bir süpernova (yıldız patlaması) sonucu meydana gelmişti.

Uzay; %68.3 karanlık enerjiden, %24 karanlık maddeden, %4.6 hidrojen, helyum, plazma, nötrinolar, radyasyon ve gazlardan meydana geliyordu.

Kâinatın yüzde 5’ini teşkil eden normal atomik maddenin de dağılımı şöyleydi.

Bütün galaksilerin, bütün yıldızları ancak yüzde yarımdı. Gerisi sönmüş yıldızlar ve galaksiler arası uzayda bulunuyordu.

Bu açıdan bakarsak kâinatın içinde hiç de önemli bir yerimiz yok gibiydi.

Üstelik kâinatın yüzde 95’i hakkında da mevcut oldukları bilgisinden başka bir bilgimiz yoktu; onlar henüz anlaşılamamıştı.

Maddeye örnek olarak gaz, sıvı, katı veya plazma gösterilebilirdi.

Uzay boşluğunda bu maddelere rastlanmamakta ve bu durum da ısı iletimini imkânsız hale getirmekteydi.

Isı iletilmediği için sıcaklıkta değişim yaşanmamakta ve bu durumun sonucu olarak uzay daima soğuk (-270,4°C ) kalmaktaydı.

Ayrıca günümüze kadar gözlemlenebilen herhangi bir dünya dışı hayat bulunmamıştı.

İşte insan saniyede otuz kilometre hızla uzay boşluğunda hareket eden ve Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Sefine-i Rabbaniye’ olarak isimlendirdiği dünya gemisinde gözünü açıyor ve bir yolcu olduğunu anlıyordu.( Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a, s. 392).

Fakat ‘Necisin?’, ‘Nerden geliyorsun?, ‘Nereye gidiyorsun?’ suallerine aklıyla cevap bulamıyordu. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 29).

Nitekim bu yolu deneyen filozoflar birbirini reddeden felsefe okulları kurmuşlar fakat herkes tarafından kabul edilebilecek mantıklı bir bilgiye ulaşamamışlardı.

Peygamberler ve onların eğitimiyle yetişen büyük zatlar ise hep aynı cevapları vererek insanların akıl yoluyla cevaplarını bulmada acze düştükleri bu soruları aydınlığa kavuşturmuşlardı.

Çünkü bu suallerin cevaplarını ancak nakil yoluyla yani Cenâb-ı Allah’ın bildirmesiyle peygamberler açıklamışlardı.

İnsan bir ‘ebed’ yolcusu idi.

Ruhlar âleminden yolculuğa çıkmış; dünyada cismine kavuşarak sorumluluk imtihanı başlamıştı.

Dünyada yaşayacağı çocukluk, gençlik, ihtiyarlık evrelerinden sonra ölümle berzah âleminde bekleyecek ve kıyametle ebed yolculuğu devam edecekti.

Yüce Allah, zatının tanınmasını ve bilinmesini istedi. İsim ve sıfatlarının tecellisi olarak kâinatı yarattı. Bir hadis-i kutside yüce Allah:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim mahlûkatı yarattım.” (Acluni, II, 132) buyurmuştu.

Kâinatın yaratılışının belki en büyük gayesi ve meyvesi insan olmakla beraber muhakkak ki başka hikmetleri de vardı.

Cenab-ı Hak, ilmine ve hikmetine binaen kâinatta yarattığı muazzam sanatlı ve hikmetli eşsiz ve uçsuz bucaksız eserleri kendi nazarıyla temaşa etmeyi arzu etmişti.

İnsanın da hem kendi küçük dünyasındaki, hem dünyamızdaki; hem yakın ve hem de uzak sema âlemlerindeki muazzam düzen ve işleyişi görmesi, tefekkür etmesi istenmişti.

Nihayetsiz kâinat boş değildi.

Aksine uçsuz bucaksız yerler, gezegenler, yıldızlar melekler ve ruhaniler gibi varlıklara ev sahipliği yapmakta ve onlara mesken olmaktaydı.

Böylece bu varlıkların da buralardan; hatta kâinatın her noktasından Allah’ı tesbih etmeleri istenmişti.

Yani yüce Allah kâinatı kendisini tanıtmak için yaratmıştı.

Yaratılışın gayesi ve amacı yaratıcıyı tanımaktı.

Allah insanı da kendisini iman ile tanıması ve ibadet ile itaat etmesi için yaratmıştı.

Nitekim Kur`ân-ı Kerîm`de bu hususta şöyle buyuruluyordu:

“Cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp îman etsin ve ibâdette bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât Suresi, 56. ayet).

“Hani, Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, ‘Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara Suresi,30. ayet).

İnsan dünyaya ‘halife-i arz’ olarak gönderilmişti.

Bütün diğer mahlûkat üzerinde hükümranlık yetkisi verilmişti.

Her şey kendisine hizmet edecek şekilde yaratılmıştı.

Bitkiler, hayvanlar, dağlar, taşlar, madenler, rüzgârlar, yağmurlar, güneş, ay ve yıldızlar yani bütün kâinat Yaratıcının emriyle insana boyun eğmiş; arzın halifesine hizmetle vazifelendirilmişlerdi.

Çünkü insan Cenab-ı Hakk’ın antika bir san’atı idi. (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, s. 496).

Yüce Allah da kâinatı yaratarak kendi hazinelerini ortaya çıkardı.

İnsanı yaratarak bu eserlerin sahibini, yaratıcısını bilmesini ve iman ile tanımasını, ibadet ile itaat etmesini gerekli kıldı.

İnsanın affedilmez günahı da Allah’a şirk koşmak olacaktı:

“Allah, kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a şirk koşarsa, hiç şüphesiz korkunç bir iftirada bulunmuş, pek büyük bir günah işlemiş olur.” (Nisa Suresi, 48. ayet).

Benzer konuda makaleler:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu