EURONUR ÖZEL

Genç Ruhlar: Dışarıda Rüzgâr, İçeride Fırtına

Özel Makale / Rüzgâr

Hapishanenin soğuk avlusu, öğleden sonra güneşine rağmen buz gibiydi. Gerilim, demir parmaklıkların arasından süzülen rüzgârın uğultusu gibi herkesi sarmıştı.

Fırat’ın yumruğuyla yere yığılan yirmi beş yaşındaki Can’ın yüzünden süzülen kan, gri betonu kırmızıya boyuyordu. Kavga, Fırat’ın “koğuş ağalığına” dair sarf ettiği küstah bir söz üzerine patlak vermişti.

Fırat, “Bu koğuşun ağası benim!” derken, Can, “Seninle uğraşamayız, zaten 10 yıldır içerde olmana rağmen akıllanmamışsın!” diyerek alay etmişti. Can’ın bu anlık “şaka”sı, Fırat’ın mahkûmiyetinden kaynaklanan öfkesini ve hıncını tetiklemişti.

Fırat, “Benim hapis süremi mi konuşuyorsun? Sen kim oluyorsun!” diye haykırıyordu. Gözleri nefrete kilitlenmiş, damarları öfkeden şişmişti.

Fırat’ın öfkesi, sadece bu tartışmaya yönelik değildi; çocukluktan beri biriktirdiği yoksunluklar, babasından gördüğü şiddet ve toplumun kendisine sunduğu fırsatsızlıklar bu öfkeyi daha da büyütmüştü. Fırat’ın mahkûmiyeti, genç yaşta işlediği bir suçtan dolayı toplamda 15 yıldı ve bunun 10 yılını zaten tamamlamıştı.

Can ise kanlı yüzünü umursamadan, “Benim suçum yok! Sadece lafı sana iade ettim!” diye mırıldanıyordu. O da, sosyal medyada takdir arayan, ailesinden ilgi görmeyen ve boşluğunu dolduracak yanlış arkadaşlıklara sürüklenmiş bir gençti. Kendi mahkûmiyeti ise daha kısa süreliydi, 3 yıl. Her ikisinin de sözleri, avludaki kalabalığın gürültüsüne karışıyordu.

O sırada, koğuşun en yaşlısı, herkesin “Hoca Baba” diye hitap ettiği Salih Amca, oturduğu köşeden sessizce doğruldu. Yüzündeki her bir çizgi, hayatın hem acılarını hem de hikmetini taşıyordu. O, bu cezaevine geleli sekiz ay olmuştu ve toplam mahkûmiyeti bir yılı biraz aşacaktı.

Ancak onun acıları, gençlerin acısından farklıydı. O, bir dönem sırf Risale-i Nur okudukları için zulmen, yani haksız yere, zindana atılan binlerce insandan biriydi. O yüzden, bu duvarların ardında çektiği her çile, onu daha da olgunlaştırmış ve manevi bir heybet kazandırmıştı.

Ne bir tehdit savurdu ne de öfkeli bir ses tonuyla konuştu. Sesi, sanki avludaki tüm gürültüyü emen, huzur dolu bir çağrı gibiydi:

“Evlatlarım, rüzgâr dışarıdan esiyor. Belli ki, içeride fırtına koparıyor.”

Bu sözler, Fırat’ın gergin yüzündeki kasları gevşetti. Sanki Hoca Baba’nın sesi, alevlenmiş bir ateşe su serpiyordu.

Hoca Baba, bu sefer gözlerini Can’a çevirdi. Sesi, acıyı ve şefkati aynı anda barındırıyordu:

“Can… Senin o bir saatlik, anlık bir sefahat keyfin; yani günahlı ve gelip geçici zevk peşinde koşuşun, tam da bu sebeple, üç yılını senden çaldı. O anlık heves, senin hayatını acılaştırdı. Zira fısk-u sefahette; yani kötülük ve zevk düşkünlüğünde, bir dakikalık lezzet için, ağır elemlerin, acıların cezasını çekmek zorundasın. İşte bu yüzden, Risale-i Nur’a ekmek kadar muhtaçsınız.”

Sözleri birer hançer gibiydi; ancak o hançerlerin ucu keskin değildi; sanki ruhun en derinliklerindeki yaraları bulup onları onarmak için yapılmıştı.

Hoca Baba, Risale-i Nur’dan bir hakikatle devam etti:

“Evlatlarım, biliyor musunuz, dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur. Çünkü her gayrimeşru lezzet; yani meşru olmayan, haram olan her zevk, insanın fıtratına aykırıdır. Kalbi ve ruhu yaralar. O yüzden, o anlık haz; beraberinde sonsuz bir pişmanlık getirir.”

Hoca Baba, sonra Fırat’a döndü, sesi daha da duygu yüklüydü.

“Fırat’ım, ya senin durumun? Senin o bir dakikalık intikam hırsın; bu duvarların ardında sana kaç tokat vurdu? Belki seksen bin saat hapis elemi verdi. Yani seksen bin saat boyunca hapis acısı çektirdi. 10 yılını içeride geçirmene sebep oldu. O anlık tatmin; senin gençliğini, özgürlüğünü mahvetmeye yetti. O bir dakikalık intikam; senin ebedî hayatını da feda etmeye değer miydi?”

“Unutmayın ki,” diye devam etti Hoca Baba; sesi şefkat doluydu:

“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür. Akıbeti, yani geleceği ve sonu görmez. İşte sizi buraya getiren de bu körlük oldu. Ama bilin ki, müspet bir hapis; yani olumluya çevrilmiş bir hapis, dışarıdaki müşevveş serbestiyetten; yani karışık ve düzensiz özgürlükten daha hayırlı olabilir. Bu duvarlar, sizin dışarıdaki günah ve zevk düşkünlüğü fırtınalarından koruyan birer sığınak haline gelebilir.”

Hoca Baba, derin bir nefes alarak konuşmasını noktaladı:

“Unutmayın ki, ölüm yok olmuyor. Ecelin ne zaman geleceği gizlidir ve kabir kapanmıyor. Bu dünya hayatı çok hızlı geçiyor. Ama ehl-i iman için; yani iman edenler için, ölüm, idam-ı ebedîden; yani sonsuz yok oluştan, terhis tezkeresine; yani sonsuzluğa geçiş belgesine çevrilmiştir. Eğer namazınızı kılar; tövbe eder ve Risale-i Nur derslerinden istifade ederseniz; bu musibet sizin için bir rahmete dönüşür. On beş hafta Nurlar’ın dersi, on beş senelik hapisten daha fazla ıslah edebilir.”

Hoca Baba’nın bu sözleri, Fırat’ı derinden etkilemişti. Hıçkırıklara boğuldu. Gözyaşları, sadece Can’a duyduğu öfkenin değil; kendi geçmişine ve boşa harcadığı gençliğine duyduğu pişmanlığın da yansımasıydı.

O anda, Can da kendi yüzündeki kanı unutup, gözlerini Hoca Baba’nın sözlerine dikmişti. Hapishane avlusundaki gerilim, bir anda yerini derin bir sükûnete bırakmıştı. Dışarıdaki rüzgâr dinmiş, içerideki fırtına yatışmıştı.

O gençlerin yüzleri artık nefreti değil, umudu ve yeni bir başlangıcın aydınlığını taşıyordu. Salih Amca’nın sözleri, onlar için sadece bir nasihat değil, aynı zamanda ruhlarının en derinliklerine ulaşan bir kurtuluş çağrısı olmuştu.

Benzer konuda makaleler:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu