Gökkuşağı bayrağına sığınmak, feminizme hiç yakışıyor mu?

Kadın hak ve hürriyetlerinin korunması ile feminizmin farklı şeyler olduğunu kabullenemeyen bazı okuyucularımızın itirazlarına, inşallah zaman içinde cevap vermeye çalışacağız.

Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, bütün sapık, batıl ve zararlı cereyanların varlıklarını üzerine bina ettikleri bir hakikat olduğu gibi; birçok hak olan dâvâların içine maksatlı olarak karıştırılmasıyla, kuvvetli ve galip olması gereken hakkın mağlûp olduğuna şahit oluyorsunuz. Hayatımız boyunca çok örneklerini yaşadığımız bu paradoksu, kadın hakları ve aile meselesinde feminizm üzerinden yaşıyoruz.

Yakın tarih içinde, kadın hak ve hürriyetlerinin elde ettiği mesafeyi biliyoruz. Çok büyük bir ayrışma ile feminizm hareketi fıtrî “hakk, adalet ve hürriyet” dairesini aşarak, misyonu dışındaki yanlış yollara sapınca, bir kısım taraftarları bu sapmaya “3. Dalga“ adını vermişler. Bize göre hareketin çekirdeğindeki niyet ve programı hazırlayan Marksistler, 3. Dalgayı da hesaplamışlardı. Hareketin yola girdiği zamanlardaki toplumun hali; yani daha çok baskın olan cehalet, istibdat ve zulüm feministlerin asıl maksatlarını gizlemelerine yardımcı oluyordu. Günümüzdeki kısmî hürriyetler, insanlığın nisbî inkişafı ve medeniyetin harikaları; feminist hareketinin esas mahiyetini kısmen şeffaflaştırıyor.

Neoliberalizmi destekleyen dev sermaye, enstitüler, okullar, medya ve nihayet projelerle cemiyetin parmak uçlarına ve kılcal damarlarına doğru yürüyen “tahripkâr“ cereyan, diversity bohçasına feminizm ile birlikte; LGBT, antisemitizm, göçmenler ve serserileri de yerleştirince, Batı´lı çok aydında şafak attı. Çok ilginçtir ki; bundan yirmi sene önce Açık Toplum Enstitüsü ile TESEV’in ortaklaşa, Türkiye’mizde bütün devlet ve özel kurumlarda uygulattığı kişisel gelişim, misyon-vizyon ve NLP hareketi projeleri gibi yepyeni bir yapı ile çıkıyorlar, neoliberaller.

Fıtrat ile savaşacağız demiyorlar, fakat biyolojik cinselliği reddediyorlar. Yaratıcının koyduğu kanunları kendilerince değiştirmek istiyorlar. Dişiyi erkek ve erkeği dişi olmaya teşvik ediyorlar. Yaratılış kanunlarına itirazı her sahada pratize etmeye çalışıyorlar: Tıp, psikoloji, biyoloji, fizik, tarih, edebiyat, inanç ve tüm sahalarda… Son otuz kırk sene içinde fevkalâde donanımlı ilim adamlarına verdikleri yüksek ücretlerle çalışmalarını kontrolsüz ve sınırsız yapabilmek üzere daha çok Çin’e kaydırdıklarını, Covid-19 olayı ile daha net bir şekilde görmüş olduk.

Onların yaratılış kanunlarına itiraz suretinde yaptığı çalışmaların önüne gerdikleri “açık toplum“ sloganının da bir aldatma olduğunu son çeyrek asırda birlikte yaşadık. Marksizmden gelen bu hareketin “hürriyetler, demokrasi ve haklar“ maskesiyle duruşları da, Çin ve henüz demok- ratikleşmemiş ülkelerdeki gizli çalışmalarıyla yakında açığa çıkacaktır.

Kadın ve ailenin hem semavî dinlerde ve hem de insanî değerlerin inkişaf ettiği toplumlarda ne denli önemli olduğunu vurgulamaya gerek var mı? Fakat feministlerin bu hayâtî olan meseleyi LGBT hareketiyle aynı karede değerlendirmeleri, onların esasta “Kadının fıtrî statüsüne itiraz” ve aileyi kabul etmediklerine bir delil olmalı. Yani, Allah’ın yaratılış kanunlarına, ruhlarındaki inançsızlığın baskısıyla itiraz ediyorlar. Veya kadının anneliğine, kız evlâdı oluşuna, sevgili olmasına ve fıtrî statüsüne bilmeyerek karşı çıkıyorlar. Kadını; sevginin, aşkın, güzelliğin, temizliğin, nezaketin, nezahatin, şefkatin ve estetiğin tahtından alaşağı edip bayağılaştırmaya çalışanların LGBT bayrağının altında toplanmaya karar vermeleri, elbette kadınlığın bütün değer ve kıymetlerine büyük bir hakarettir.

Müslümanlığın fıtratın bizatihi kendisi olduğuna inananlar, neticesi insanın neslinin; hayvan, bitki ve ağaçların nesilleri ile tükenmesine yol açacak bütün tabiat, sosyal ve psikolojik çalışmalara; insaniyetlerini ve nesillerini koruma adına savaşacaklardır. Ve nitekim Avrupa’da birçok millî devlet, bu tahripkâr cereyana karşı millî meclislerinde karar almaya başladılar. Bu deccâlist harekete karşı Polonya’nın başı çekmesi, çok zihinlerde Johannes Paul´un Komünist istibdadına başkaldırmasını tedai ettiriyor. Polonya’nın bu yolda yalnız olmadığını; Georg Soros´u ülkeden kovan Macaristan parlamentosu ile Çek, Slovakya ve Bulgaristan gibi meclislerde hareketleriyle eşlik ediyorlar.

2020 Amerikan seçimlerindeki manzaraları “sınıflaşma ve sınıflar arası çatışmak” adesesiyle inceleyenler, feminizm hareketinin ahlâksızlık ve anarşi içinde erimekte olduğunu gösterdi. Vitrinlere çıkarılan zenciler, göçmenler ve Hint kökenliler başta olmak üzere Avrupa dışı ırklardan gelen kadınların maksatlı bir şekilde, ister istemez Avrupalı Amerikalıların zihinlerinde modern Bolşevizm, iç savaş ve anarşizmi canlandırdığını, yorum ve tahlillerinden okuyoruz. PEGİDA ile Avrupa’da ortaya çıkarılan “ihtilâlci sol hareketin” Amerika şartlarındaki bu değişimini, sosyal/siyasal analizciler kaçırmadılar. Fakat hafızalarda kalan en canlı manzaraların başında; gökkuşağı rengârenk bayraklar altında yürüyen feminist hareketin zillet içindeki yürüyüşleri olduğunu anlamak için, arşivlere göz atmanız yeterlidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*