Hacılar ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir

Hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir.

Sâniyen: Meselâ, “Ve lillahi’l-meselü’l-a’lâ” [En güzel sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.)], bir padişahın çok isimleri içinde “kumandan” ismi çok mütedâhil dairelerde tezâhür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellîsi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezâhür eden cüz’î kumandanlık noktasını mercî tutar, kumandan-ı âzamına şu cüz’î cilve-i ismiyle temas eder ve münâsebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, onunla o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzım gelir. Demek, padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbîriyle ve eğer o padişah, evliyâ-i abdâliyeden nurânî olsa, bizzat huzuruyla gayet yakındır; hiçbir şey mâni olup, hâil olamaz. Halbuki, o nefer, gayet uzaktır; binler mertebeler hâil, binler hicaplar fâsıldır. Fakat bâzan merhamet eder, hilâf-ı âdet, bir neferi huzuruna alır, lûtfuna mazhar eder. Öyle de, emr-i “Kün feyekûn”e [“Ol” der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)] mâlik, güneşler ve yıldızlar emirber nefer hükmünde olan Zât-ı Zülcelâl, her şeye herşeyden daha ziyâde yakın olduğu halde, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır. O’nun huzûr-u kibriyâsına perdesiz girmek istenilse, zulmânî ve nurânî, yani maddî ve ekvânî ve esmâî ve sıfâtî yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecât-ı tecellîsinden çıkmak, gayet yüksek tabakât-ı sıfâtında mürûr edip, tâ İsm-i Âzam’ına mazhar olan Arş-ı Âzamına urûc etmek, eğer cezb ve lûtuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Meselâ, sen, O’na Hâlık ismiyle yanaşmak istersen, senin Hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların Hâlıkı ünvânıyla, sonra bütün mevcudâtın Hâlıkı ismiyle münâsebettarlık lâzım gelir. Yoksa, zıllde kalırsın, yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.

Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin merâtibinde müşir ve ferik gibi vâsıtalar koymuştur. Fakat, “Biyedihî melekûtu külli şey’in” [Herşeyin hüküm ve tasarrufu O’nun elindedir. (Yâsin Sûresi: 83.)] olan Kadîr-i Mutlak, vâsıtalardan müstağnîdir. Vâsıtalar, sırf zâhirîdirler, perde-i izzet ve azamettirler, ubûdiyet ve hayret ve acz ve iftikâr içinde saltanat-ı Rubûbiyetine dellâldırlar, temâşâgerdirler; muîni değiller, şerik-i saltanat-ı Rubûbiyet olamazlar.

Dördüncü Şuâ

İşte, ey tenbel nefsim! Bir nevî mi’raç hükmünde olan namazın hakikati; sabık temsilde bir nefer, mahz-ı lütûf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâl’in huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, mânen ve hayâlen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nevî huzûra müşerref olup, “İyyâke na’büdü” hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde, bir mazhariyet-i azîmedir. Adeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat’-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyattan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber, bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayâlen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

İşte, haccda pek kesretli Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i Rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayâline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği harâret, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet, “Allahu ekber, Allahu ekber” ile teskin edilebilir. Ve onunla, o merâtib-i münkeşife-i meşhûde veya mutasavvire ilân edilebilir.

Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf, küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin—velev Sünnet kabilinden dahi olsa—ehemmiyeti şu sırdandır.
Sözler, On Altıncı Söz, s. 322

LÛ­GAT­ÇE:
bilasâle: Bizzat, kendisi, kendi eliyle, asâletiyle.
ubûdiyet-i külliye: Büyük, geniş ve umumî kulluk.
ferik: General, korgeneral, tümgeneral.
merâtib-i münkeşife-i meşhûde: Görünen, açılıp genişleyen mertebeler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*