Hadiseleri doğru okuyabilmek

Image
Hadiseleri sadece duymak ya da görmek yetmiyor. Asıl olan onları doğru okuyabilmektir. Buna da göz lâzım. Onda da yetersizlik varsa, bir de iyi bir gözlük lâzım. Hâlâ yanlış okunup yanlış mânâ veriliyorsa, o zaman basiret gözü arızalıdır, hastadır. Zaten bu ahirzamanda maddî-manevî hastalıklar alabildiğine artmıştır. Teşhisi konulmayan hastalıklar bile vardır. Basiret körlüğü ise çok yaygın olmakla beraber, teşhisi konulmuş ve tedavisi var olan bir hastalıktır.

Bir âyet-i kerimenin meali şöyledir: “Körle ile gören bir olmaz. İnanıp iyi amellerde bulunanla kötülük yapan da bir olmaz. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!” (Mümin, 58)

Burada; görenle kör olan kişi örnek gösterilerek keskin bir ayırım yapılmıştır. Basiretten uzak olanlar kör olarak vasıflandırılmıştır.

Şu âyetler de, basiretin apaçık kaynağını gösteriyor:

“Bu (Kur’ân), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir.” (Casiye, 20)

“Bu Kur’ân’ın âyetleri, Rabbiniz tarafından size verilmiş gözler gibidir; onlarla hakkı görürsünüz. …” (A’raf, 203)

Başımızdaki göze basar, kalp gözüne ise basiret denir. Risale-i Nur’da basiret körlüğüne karşı çok müessir dersler vardır. Basiret gözünün körleşmesini büyük tehlike olarak gören Bediüzzaman, toplumun basiret gözünün açılması için gayret sarf etmiş ve bu gözü hep açık tutacak dersleri ve reçeteleri, eserleriyle gelecek nesillere tevdi etmiştir.

“Basar masnuatı görüp de basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer.” Basîret ilâhî bir nurdur ve hakkı bâtıldan ayırmamızı sağlayan insanî bir özelliktir. Kalplerinde bu özellik bulunmayan kimseler hakkında Allah Teâlâ;

“Onların kalpleri vardır, ama onunla gerçekleri anlayamazlar” buyurur. (A’raf, 7/179)

***

Günümüzde, pis kokularının sonradan ortaya çıktığına şahit olduğumuz öyle şeyler var ki, kokuları bu kadar yayılıncaya ve asıl mahiyetleri anlaşılıncaya kadar, koca toplum o kokuları misk ü amber zannıyla nefes nefes içine çekmiştir. Yani kurt gövdenin içine girmiş, kanını emen, can damarını koparan düşman sezilmez olmuştur. Ve bu tehlike hâlâ bütün vahametiyle devam etmektedir. Hangi çukurdan hangi mel’anetin, hangi taşın altından hangi yılanın çıkacağı bilinmez bir vaziyette yol alınıyor. Allah akibetimizi hayır etsin. Devlet ünvanının bile terörle beraber anılacağı kimin aklına gelirdi? Gerisini siz düşünün artık.

Fıkra bu ya, Temel bankayı soymak için demirleri keserken bekçi yanaşmış, ne yaptığını sormuş, o da “Kemençe çalıyorum” demiş. Bekçi de, hani kemençe sesi çıkmıyor, deyince, Temel “Merak etme, bu kemençenin sesi sabaha çıkacak”demiş. Bu fıkradaki, demiri kesen testereyle kemençeyi ayırt edemeyen bekçi gibi, toplum olarak biz de öyle nesneleri birbiriyle karıştırıyoruz ki, başımıza böyle garip haller geliyor. İş işten geçtikten sonra sesini işitiyor, kokusunu alıyoruz.

Yine birileri birşeyler kotarıyor, maddî ve manevî bünyemizden, acısını sonradan duyacağımız parçalar koparılıyor. Yani oyun içindeki oyunun içinde yine bir başka oyun. İç içe oyunlar oynanıp gidiyor. Bütün bu oyunlar ve kargaşalar da, kendi menfaatleri için dünyayı ateşe atanların işine yarıyor. İçerdeki ve dışardaki zinde güçler karşılıklı paslaşmış oluyorlar. Ama unutulmasın ki, planların en güzeli ve en nihaî olanı Allah’a mahsustur.

***

Eskiden beri ağızdan ağıza nesillere devredilen hatırı sayılır bir deyim vardır:

Şapla şekeri karıştırmak..

Şekerin ne olduğunu bilmeyenimiz yoktur. İsmiyle, cismiyle ve tadıyla herkes onu bilir. Aynı şeyi “şap” için söylemek çok zor. Bundandır ki, şap diye şappadak ortaya atılan bazı meseleler, şeker diye yutturulabilir. Burada durup şöyle bir düşünelim.

Acaba bazen şapla şekeri karıştırmamız, sadece şapı çok iyi tanımadığımızdan mı kaynaklanıyor, yoksa haddizatında şekeri de o kadar tanımadığımız konusunda farkında olmadan kendimizi ele vermiş mi oluyoruz?

Aslında bu ikinci şık biraz daha ağır basıyor gibi… Çünkü şekeri hakkıyla ve hakikatıyla tanıyan birisi, şapla karşılaşınca, en azından “Bu benim tanıdığım şeker değildir, başka ne olduğu da beni ilgilendirmez” deyip işine ve hizmetine devam eder.

Bilhassa siyasî ve sosyal arenada bize bile çok “şap”lar, şeker diye yutturulmuştur ve yutturulmaya devam ediliyor. Halbuki Üstad Hazretleri, “Nur talebeleri baştaki iki göz gibi, iki bakar bir görür” diyor. Unutmayalım ki, bundan kırk sene önce, İslâmî duygu ve düşünceyi siyaset arenasında (sui)istimal etmek üzere bir parti ortaya çıktığı zaman, Zübeyir Ağabey o engin feraset ve basiretiyle “Bu bir‚ nizam değil, bu bir‚ nifaktır” demişti. Çünkü bu parti, kendisine rey vermeyecek olanları hakiki Müslüman olmamakla suçluyordu. Çünkü bu parti, ahiret ve Kur’ân için fîsebilillah çalışan hizmet erlerinin nazarlarını dünyaya ve siyasete kaydırmak istiyor, üstelik onları pasiflikle itham ediyordu.

Image

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Dehşet aldığın zaman, ibrahim hakkı gibi ‘mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.
    mektubat | yirminci mektup | 220

    Birbirimizin goren gozu,isiten kulagi olmamiz cok buyuk bir zorunluluktur. Bir akilla degil bin akilla dusunmeye ihtiyac sedid tir. Ferdi mukabele imkansizdir. Mukabeleyi birakalim, hadiseleri anlamak nerdeyse imkansizdir. Sizin soylediginiz gibi “sap mi”, Seker mi” ayirimini yapamayabilecek halleri yasayabiliyoruz. Ustadimizin sozune donersek, hadiselerin dehsetini basiretle goremeyebiliyor, pencerelerden seyredilmesi gereken yerde, misk-u amber diye yuzumuze gozumuze surebiliyoruz. Allah muhafaza… Sahs-i manevinin medetine muhtaciz,hepimiz…

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*