Yaratılışın en büyük gayesi, Allah’a imân ve mârifetullahtır. Yâni, Allah’ı, Kur’ân’da yazılı, kâinata mücessem olarak tecellî eden bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak ve sevmektir. Yâni, sonsuz ihsan ve ikramlarını anlayıp, idrak edip sevmektir. Böylelikle gerçek huzur ile mutluluğa da kavuşulacaktır.
İşte bu, bu zamanda, bu hedefe, yâni Allah’a ulaştıracak olan yol, “hakikat” yoludur.
Sanayi devrimiyle müthiş bir ivme kazanan kitle iletişim vasıtaları ve teknoloji; bâtıl felsefî düşünceleri her tarafa yayarak tahribatını çok kısa zamanda en ücra köşelere kadar ulaştırdı; Müslümanların iç dünyasını tahrip ettikten sonra maddî güç ve güzelliklerini de yok etmeye başladı. Küfür, inkâr, dinsizlik, eyyamcılık, ahlâk dışılık maalesef teknik bir güç kazandı. Eski devrin şartlarına göre, hakikate ulaşmak, iman hakikatlerini keşfetmek, nefsi terbiye etmek, büyük çapta “tasavvuf/tarikat” vasıtasıyla olmuş. Ancak tasavvuf ve tarikat, daha ziyade kalp ayağıyla hareket eder. Oysa insan, yalnız kalpten ibaret değildir. Akıl, kalb, vicdan, sır gibi onlarca duygu ile yüzlerce lâtifeye sahiptir. İnsanın gerek bu yapısı, gerekse ilim, iletişimde kazanılan inanılmaz boyutlar, çağın insanına, “Neden, niçin, nasıl, kim?” sorularını sorduruyor. “Kim yarattı, niçin yarattı, nereden geldik, nereye gidiyoruz, bu dünyada işimiz nedir?” gibi meseleleri enine boyuna sorgulamadan, akıl ve vicdanını tatmin etmeden kabul etmiyor günümüz insanı. Aslında bu soruları dillendirmese bile, çağın gereği olarak zihninde, aklında, vicdanında yankılanır, durur.
“Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı [Allah’ın dışındakileri] terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek [kalbini bağlamak] lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi [lâtifeleri/duyguları] ve hasseleri [hisleri] vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette [kulluk yolunda], hakikat cânibine [yönüne] sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.” 1
İnsan duygularını bir ordu gibi düşünelim: Kalp bir kumandandır. Akıl, vicdan, his ve sayısız lâtifeler ise asker. Kumandan savaşı yalnız başına kazanamaz değil mi? Asker de, kumandansız tabiî ki… Ancak, kumandanın emrinde, askerlerle birlikte hareket etmelidir.
Evet, “hakikat” yolu, kalbin kumandanlığında akıl, ruh, sır ve sâir bütün duygu ve lâtifelerle hareket ederek, doğrudan doğruya gerçeklere ulaşmaktır. Eserden müessire, san’attan san’atkâra, yaratılmışlardan Yaratana…
Sanayi devrimiyle müthiş bir ivme kazanan kitle iletişim vasıtaları ve teknoloji; bâtıl felsefî düşünceleri her tarafa yayarak tahribatını çok kısa zamanda en ücra köşelere kadar ulaştırdı; Müslümanların iç dünyasını tahrip ettikten sonra maddî güç ve güzelliklerini de yok etmeye başladı. Küfür, inkâr, dinsizlik, eyyamcılık, ahlâk dışılık maalesef teknik bir güç kazandı. Eski devrin şartlarına göre, hakikate ulaşmak, iman hakikatlerini keşfetmek, nefsi terbiye etmek, büyük çapta “tasavvuf/tarikat” vasıtasıyla olmuş. Ancak tasavvuf ve tarikat, daha ziyade kalp ayağıyla hareket eder. Oysa insan, yalnız kalpten ibaret değildir. Akıl, kalb, vicdan, sır gibi onlarca duygu ile yüzlerce lâtifeye sahiptir. İnsanın gerek bu yapısı, gerekse ilim, iletişimde kazanılan inanılmaz boyutlar, çağın insanına, “Neden, niçin, nasıl, kim?” sorularını sorduruyor. “Kim yarattı, niçin yarattı, nereden geldik, nereye gidiyoruz, bu dünyada işimiz nedir?” gibi meseleleri enine boyuna sorgulamadan, akıl ve vicdanını tatmin etmeden kabul etmiyor günümüz insanı. Aslında bu soruları dillendirmese bile, çağın gereği olarak zihninde, aklında, vicdanında yankılanır, durur.
“Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı [Allah’ın dışındakileri] terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek [kalbini bağlamak] lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi [lâtifeleri/duyguları] ve hasseleri [hisleri] vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette [kulluk yolunda], hakikat cânibine [yönüne] sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.” 1
İnsan duygularını bir ordu gibi düşünelim: Kalp bir kumandandır. Akıl, vicdan, his ve sayısız lâtifeler ise asker. Kumandan savaşı yalnız başına kazanamaz değil mi? Asker de, kumandansız tabiî ki… Ancak, kumandanın emrinde, askerlerle birlikte hareket etmelidir.
Evet, “hakikat” yolu, kalbin kumandanlığında akıl, ruh, sır ve sâir bütün duygu ve lâtifelerle hareket ederek, doğrudan doğruya gerçeklere ulaşmaktır. Eserden müessire, san’attan san’atkâra, yaratılmışlardan Yaratana…
Dipnot:
1- Sözler, s. 456.
Benzer konuda makaleler:
- Çağın iman hizmeti metodu
- İman esaslarının aklen ispat ve izahı
- Risâle-i Nur: Acz, fakr, şefkat, tefekkür mesleği
- İslâm akidesinin takviyesi için çalışmalı
- Sahabe mesleği ve diğer hizmet modelleri
- Cemaatlere saldırmak insafsızlık değil mi?
- Kalbin içi kime aittir?
- İnsan ahiretin kodlarını taşıyor
- Mesleğimizi merak edenlere
- Risale-i Nur, insana hayatın gayesini öğretir
İlk yorum yapan olun