Hangi vesika? Hangi kimlik?

Risâle-i Nur müellifi olarak Bediüzzaman Said Nursî, ömrünün büyük kısmını zindanlarda, sürgünde geçirmiş olmasına rağmen dolu dolu bir hayat yaşamıştır. Bu hayatına ait bir kısım hallerini, bazı olaylar karşısında takındığı tavırların bir kısmını Risâlelerin satırları arasında bizlere sunmuştur.

İlginç bir biçimde vefatından sonra, yıllar geçtikçe ve tecrübeler arttıkça görüyoruz ki, Risâlelerin satırları arasında geçen ve Bediüzzaman’ın şahsına aitmiş gibi gözüken bu hayat hallerinin hemen hepsi bizler için fevkalâde önemli enfüsî- afakî, imanî- sosyal ölçüler içermekteydi.

Hakîm ismine ayna olabilmiş bir eserin böyle ölçüler içermesine şaşmamalı. Ama düşünüyorum, müellifin yaşadığı hayatın her safhasını, her halini değil de sadece bazılarını eserlerine almasının nasıl dersler taşıdığını da sorgulamalıyız.

Sık sık yaptığım bu tür bir sorgulamadan bir zaman kendi adıma çıkartabildiğim bir dersi ise kısaca paylaşayım: Said Nursî’nin Risâlelerde zikrettiği hayat tecrübesi, her hâl ve şartta herkes için geçerli ölçüler taşıyor olmalıydı. Ama eserlerine taşımadığı hayat halleri- –bazı şartlarda, bazı kimseler için yine de çok güzel dersler, ölçüler içeriyor olmasına rağmen—genelde, her şartta, herkes için geçerli olmayabiliyordu.

İşte bu noktada, Risâleleri çok fazla tanımayan kişilerin de bulunduğu bir dost meclisinde, 16. Mektub’un sonunda geçen “vesîka almama” konusunun konuşulduğunu hatırlıyorum. “Bediüzzaman vesîka (kimlik) almak için müracaat etmemiş” denildiğinde, “Nasıl yani?! Biz de mi kimlik almayalım şimdi?” tarzı serzenişlerin olduğunu da hatırlıyorum tabiî…

Sonra soruyorum kendime: Sahi, bu “vesîka almama” hadisesini Bediüzzaman Mektubât’a almış. Öyleyse bu konudan herkes için nasıl bir sonuç çıkarmalıyım? Sahi, bizde mi kimlik için müracaat etmemeliyiz?

Halbuki, Bediüzzaman hayatta iken en yakın talebelerine bile kimlik almamaları için bir tavsiye ya da telkinde bulunmamış. Kimlik için ya da bir başka iş için müracaat etmelerine engel olmamış… Öyleyse buradan başka türlü bir ölçü çıkartmalıyız. Öyleyse bu bahisten yola çıkarak “kimlik cüzdanı almamalıyız”, ya da “devleti tanımamalıyız” gibi sonuçlara varmak doğru değil. Çünkü uygulaması böyle olmamış.
Sonra dönüyorum, söz konusu bahsi bir kez daha okuyorum. Okuyunca anlıyorum ki, Bediüzzaman’ın kimlik almak için müracaat etmemesi bir sembol. Said Nursî kendi kimliğinin, vesikasının üzerinden başka dersler taşıyor dünyalarımıza.

Vesika almak için müracaat etmemesinin sebeplerini sekiz madde içinde beyan ediyor Said Nursî. Her bir sebepte ise fevkalâde büyük ve önemli ölçüler ya da kaideler sıralanıyor. Herkes için geçerli olan şeyler.

Meselâ birinci maddede “ben kader- i İlâhînin mahkûmuyum” diyor. Tuhaf, ama kim değil ki!
Bir başka maddede ehl-i dünyanın kendisine verdiği rahatsızlığın siyaset dolayısıyla değil, din sebebiyle olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Öyleyse, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek- i zındıkayı okşamak demektir.” Bu ifadelerden daha net anlaşılıyor ki, müracaat etmemekten kasıt birileri size dininiz, inancınız için zulmediyor, sonra da size ölçülerini dayatıyorsa, o ölçülerle amel etmemektir. “Zalimlere yanaşmayın, yoksa size ateş dokunur.” mealindeki Hûd Sûresi’ndeki âyetin hayatımıza aktarılmasıdır.

Böyle her bir madde, insanların benzer durumlarda ne yapacaklarının, nasıl davranabileceklerinin bir reçetesi oluyordu. Aynı zamanda bu, Risâlelerde geçen kavramlar hakkında konuşulurken bu kavramların metinden bağımsız ele alınamayacağını, ele alındığı takdirde ise çok yanlış anlamlara kayabileceğini kanıtlıyordu. Belli ki, asıl metine saygısızlık yapmadan Risâle- i Nur’un kavramlarını anlamaya çalışmalıyız.

Biz, söz konusu vesika meselesine dönecek olursak, 16. Mektub’un sonundaki sebeplere genel olarak baktığımızda bir şey daha gözüme çarptı.

Evet, Bediüzzaman bize “kimlik” almamayı tavsiye ediyordu! Ama bu kimlikten kasıt, kesinlikle kimlik cüzdanı değildi. Bediüzzaman bize Risâleleri yoluyla aslında modern dünyanın bize dayattığı kimlikten sıyrılmayı, bütünüyle Kur’ânî ve Nebevî bir kimliğe dönmemizi söylüyordu.

Nitekim Said Nursî’ye ve talebelerine o gün için baskı ve zorla kabul ettirilmeye çalışılan dünyevî ölçülere verilmiş anlamlı bir “kimlik cevabı”ydı vesika almamak. “Ben sizin ölçülerinize girmiyorum, benim kimliğimi belirleyen siz değilsiniz!” demenin en kestirme yoluydu vesika almamak.

Bizim kimliğimizde Kur’ân’ın ve onun Mualliminin (asm) ve onları bugüne aksettiren Risâlelerin yeri var. Ama vahyi reddeden modern egemenlerin de, vahiy kaynaklı olmayan hiçbir düşüncenin de yeri yok ve olmamalı.

Şimdi anlıyorum ki Said Nursî’nin vesika almasına zaten gerek yoktu…
Çünkü Bediüzzaman’ın zaten bir kimliği vardı! Peki ya bizim?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*