Hatıralar denizinden katreler

Aynı sokakta büyüdüğümüz ve yakın komşumuz olan çok sevdiğim bir kardeşim var. Çocukluk yıllarımın bu unutulmaz dostuna ve onun arkadaşlığına hep hayran kalmışımdır.

Gayet temiz ve güzel giyinirdi. İbadetlerine de özen gösterirdi. Namaz konusunda da ilk rehberim, sanırım o olmuştu. ‘Nacar’ marka saat, koluna ne de güzel yakışırdı. O zaman için büyük bir lükstü bir saate sahip olmak.

Gayet mülayim ve her daim karşısındakini düşünecek kadar da fedakârdı. Ağzından bir tek gün bir tek kötü söz duymamışımdır. Arkadaşlarımın içinde özel bir yeri vardı. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. İlkokulu, ortaokulu, liseyi beraber okuduk. Liseden sonra yollarımız ayrıldı.
Kaderin garip cilvesi, sonunda ikimiz de öğretmen olduk. Mezun olduğumuz liseye öğretmen olarak döndü. Ben de aynı okulda stajımı tamamladım. Yakın zamanda da emekliye ayrıldı bu dostum. Çok değil, seyrek karşılaşsak da heyecanla yâd ederiz hemen o eskimeyen günleri.
Geçenlerde yine karşılaştığımızda, bir hatıra nakletti. Çok enteresan bulduğum bu hatırayı sizlerle paylaşmayı düşündüm.
Şu anda işyeri olarak kullandığı daire, yolun hemen karşısındaki bir eve bakıyor. İşte o evin sahibi olan adam, günlerden bir gün kapısını çalıyor:
“Mehmet Ali Seyhan Bey siz misiniz?”
“Evet benim.”
“Kardeşim, ben Almanya’da yaşıyorum. Karşınızdaki evi de yeni satın aldım.” diyor.
Mehmet Ali:
“Hayırlı olsun kardeşim”
Adam:
“Size bir şey danışabilir miyim?”
“Buyurun.”
“Binamı boyatacağım da acaba ne renk olsun diye sormaya geldim.”
“Anlamadım, bunun benimle ne ilgisi var?”
Adam:
“Mehmet Ali Bey, benim binam tam sizin karşınızda duruyor. Bütün gün ona siz bakacaksınız. İstemediğiniz bir renge boyayıp da bütün gün içinizin kararmasını istemem. Arzu ettiğiniz bir renk varsa, söyleyin de o renge boyatayım.” demiş.
Adamın bu ince düşüncesine ve duyarlı davranışına karşı sevgili dostum ve arkadaşım şaşakalmış. Bu hatırayı ondan dinlediğimde, doğrusu ben de öyle hayretler içinde kalakaldım.
“Ne güzel insanlar var. Başkalarının hakkını gözeten ne ince düşünceli insanlar var. Şükür ki var. Şükür ki iyilik ve güzellik daha ölmemiş. Hakperestlik göç etmemiş, yaşıyor.” diye düşündüm.

***

Oradan İhsan Atasoy Ağabey’in, Molla Hamit Ekinci’nin hayatını yazdığı, yeni çıkan kitabına intikal ettim. Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili orada ne güzel anıları var Molla Hamit Ekinci Ağabey’in. Bu safiyane hayattan ve ilk dönem hatıralarından birkaçını paylaşalım. O denizden birkaç damla, bizim de dünyamıza düşsün. Gönül topraklarımız bereketlensin. Hayatımıza renk ve ahenk gelsin.
Bu hatıraların bir kısmını yıllar önce Molla Hamit Ağabey’in oğlundan birinci elden dinlemek nasip olmuştu. Bunlardan bazılarını sizinle paylaşalım:
Ağız tadı
Bir gün hücremizde bir çorba yapmak icap etti. Üstad’la beraberdik, başka kimse yoktu. Çorbayı yapmaya başladık.
“Keşke biraz nane olsaydı…” dedim.
“Ne olacaktı?” dedi.
“Çorbaya katardık, lezzetli olurdu.” dedim.
“Kardeşim, o kadar ağzının tadını arama.” dedi.

***

Tesbih çekmenin usûlü

Bir gün cemaatten bazılarının tesbih çekmesi dikkatini çeker.
Bediüzzaman:
“Tesbihleri nasıl çekiyorsunuz?” diye sorar.
“Noksan yapmıyoruz, ama bazen sayıda fazla çektiğimiz oluyor.” dediler.
“Olmaz kardeşim. Hazinenin anahtarının bir dişi fazla veya noksan olsa, o anahtar hazineyi açar mı? Tesbihat, namazın çekirdekleri hükmündedir. Namaz, tesbihat üstünde neşvünemâ bulur. Otuz üç defadan fazla veya eksik olmaz.” dedi.

***

Lisanımızı yıkayalım

Böyle sık sık elimizde olmayarak gıybet gibi şeylerle dilimizi kirletecek olsak:
“Durun kardeşlerim, kalbimizi, lisanımızı bir yıkayalım, sonra derse başlayalım.” derdi. Böyle ikide bir istiğfar ettirince, Üstad’ın talebelerinden Molla Resul dayanamadı:
“Ne zıkkım yedik ki Seyda! Konuştuğumuz şeriat, okuduğumuz şeriat… Hep tefsirdir, hadistir.” dedi.
Üstad:
“Kardeşim, belki fazla demişiz, belki noksan bırakmışız; o da ifrat veya tefrit olur. Onun için bir istiğfar edelim.” dedi.
Üç defa “Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah” ve “Min cemîi zünûbi kavlen ve fiilen ve hâzıran ve nâzıran ve hâtıran. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l azîm!” dedikten sonra derse başlardı.

***

Ayrı ayrı yazılmış mektuplar

Bir gün kendisine:
“Okuduğumuz Cevşen, Kur’ân ve virdleri, toptan ümmet-i Muhammed’in (asm) ruhuna göndersek mi daha iyi olur, yoksa tek tek isim mi zikretsek daha iyi olur?” dedim.
“Kardeşim, mümkünse tek tek isme göndermek lâzım. Meselâ sen gurbettesin, birine mektup yazdın, o mektupta ‘bütün Vanlı hemşehrilerime selâm ederim.’ desen mi daha makbul olur, yoksa tanıdıklarına ayrı ayrı mektup yazarak bizzat selam göndersen mi daha makbul olur? Elbette her mektubu alan, hem memnun olur, hem de sana bir misliyle mukabele eder.” diye cevap verdi.

***

Dünyaya çalışmak da ibadettir

Evdeki meşguliyetlerimden dolayı bazen Üstad’ın hizmetinden geri kaldığım oluyordu. Bunun için kendime kızıyor ve üzülüyordum. O kadar ki, bir gün kendi kendime “Allah canımı alsın da kurtulayım” diye bedduâ ettim. Üstad’ın yanına vardığımda, sanki bunu duymuş gibi:
“Hayrola, ne oldu?” dedi.
“Seyda! Dünyanın işleri bırakmıyor ki, istediğimizi yapabilelim.” dedim.
“Ahmak! Canın alınsa, toprağın altında ne yapabilirsin? Meşrû dairede dünyaya çalışmak bir ibadettir. Dünyada ihlâsla bir defa ‘Lâ ilâhe illallah’ desen, defter-i amâline bin hasene yazılır.” buyurdu.

***

Vahşi hayvanların rızıkları

Üstad yemek yediğimiz zaman:
“Kemiklerini veya artıklarını kenara koyun, gelip götürsünler.” diyordu.
“Efendim, kim götürecek?” dediğimizde:
“Kurt, tilki.” diyor, onların hissesini de ayırıyordu. Vahşi hayvanlara bile merhametliydi. ***
Tartışma yok
Üstad bir gün:
“Ben Van çarşısında gezerken birisi bana ‘Said! Sen bu çarşıyı pis gösteriyorsun. Çık git!’ dese, ben itiraz etmem. Muarazaya meydan vermemek için çıkarım. Hâlbuki onun beni çarşıdan çıkarmaya hakkı yoktur. Ama münakaşaya meydan vermemek lâzım!” dedi.

***

Hatıralar denizinden zaman zaman bazı katreleri sizlerle paylaşmayı arzu ediyoruz inşaallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*