Hayat her anımızda gözlerimizin önünden akar. Bu akışta, içimizde hep bir gerçek saklıdır: ölüm. Çoğu zaman ölüm kelimesini korku, yok oluş veya son gibi algılarız. Bu kelime, hayatın hızına kapılmış ruhlarımıza soğuk bir fısıltı gibi çarpar.
Ölüm: Bir Son Değil, Geçiştir
Kalplerimiz sevdiklerimizden ayrılmanın acısıyla yandığında, ölüm bize acımasız bir son gibi görünür. Ancak Kur’an-ı Kerim ve hadislerin derinliklerine daldığımızda, ölümün fani âlemden baki âleme bir geçiş olduğunu anlarız.
Rabbimiz buyurur: “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran Suresi, 185. Ayet). Bu ayet, ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu, ancak bir “tatma” eylemiyle ifade edilmesi, onun bir yok oluş değil, bir tecrübe olduğuna işaret eder.
Bir Hadis-i Şerif’te ise Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Dünya’nın saflığı, berraklığı gitti, geriye keder kaldı. Artık mümin için ölüm bir hediyedir.” (Ebu Nuaym, Hilye, 1/131-132).
Hediye, sevindiren, lütuf olan bir şeydir. Nasıl olur da en korkulan şey hediye olabilir?
Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da ölümün dehşetini gideren, ona bambaşka bir mana yükleyen eşsiz tefekkürler sunar. O, ölümü bir yok oluş değil, ebediyet yolculuğunda bir “terhis” olarak tanımlar. Fani dünya vazifesini tamamlayan bir neferin, baki bir âleme terhis edilerek gönderilmesi gibi…
Hayatın son demlerinde, yaşlılığın getirdiği acizlikler ve hastalıkların ızdırapları vardır. Dünya musibetlerinin ağırlığı altında ezilen insan için ölüm, bu yüklerden kurtuluşun kapısıdır. Ölüm, genç, dinç ve ebedî bir hayata geçişin yoludur.
Gözlerimizi hayattan bir an ayırıp ölüme baktığımızda, farklı bir gerçekle karşılaşırız. Ölüm, sanılanın aksine hayatı bitirmez. Ona anlam katar, onu yüceltir ve sonsuzluğa hazırlar. Ölüm eşsiz bir dönüm noktasıdır.
Ölümün Hayata Kattığı Anlam
Sanki sonsuz zamanımız varmış gibi yaşarız. Pazartesiler birbirini kovalar. Hayaller ertelenir. “Seni seviyorum” sözleri dudaklarda asılı kalır.
Oysa ölümün varlığı bize fısıldar: “Vakit daralıyor.” Bu fısıltı bizi acele etmeye çağırmaz. Aksine, her anı dolu dolu yaşamaya davet eder. Sevdiklerimize sarılmaya, tebessüm etmeye ve ertelediklerimizi şimdi yapmaya yönlendirir.
Hayat bir ticaretse, ölüm bu ticaretin kârının alındığı andır. Ölümün penceresinden bakmazsak, biriken ama hiç açılmayan sandıklar gibi anlamsız kalırız.
Bir çiçeğin narin güzelliği, bir bebeğin masum tebessümü veya bir dostun samimi gülüşü… Hepsi fani oluşlarıyla daha özel hale gelir. Çünkü her anın bir sonu olduğunu biliriz. Bu son, anı daha değerli kılar.
Şafak sökerken kaybolan yıldızlar gibi, hayatın da parıltısı bir gün kaybolacaktır. Bu bilinçle hayatımız daha parlak olur. Ölüm, hayatın her zerresine tarif edilemez bir kıymet katar. Her nefesin bir armağan olduğunu anlamamızı sağlar. Her ilişkinin eşsiz bir bağ olduğunu idrak ederiz. Bu farkındalıkla dünya malına ve makamına bağlılığımız azalır. Gönlümüz özgürleşir ve gerçek olana yönelir.
Bu bakış açısıyla yaşadığımız her an, kurduğumuz her samimi bağ, yaptığımız her iyilik, söylediğimiz her güzel söz, ahiret sandığımıza attığımız birer sermayeye dönüşür. Ölüm, bu sermayeyi ebedi bir kazanca çeviren anahtardır.
Hayat bir imtihan sahnesi veya bir okul gibidir. İnsan ruhu burada aldığı derslerle olgunlaşır ve gelişir. Ölüm, bu okulun mezuniyetidir. Ruhun beden sınırlamasından kurtularak yüce âlemlere yükselmesinin anahtarıdır.
Ölüm ve Adalet: Hakikatin Tecellisi
Dünya, tam adaletin tecelli ettiği bir yer değildir. Zalimler çoğu zaman zulümleriyle karşılık görmez. Mazlumlar acılar içinde kıvranır. Ölüm, bu adaletsizliğin sona ereceği bir gerçektir. Mazlumun hakkını alacağı ve zalimin cezasını bulacağı hakiki adaletin şahididir. Ölüm olmazsa, adalet kavramı anlamını yitirir.
Kalplerimizde ince bir sızıyla hayatın akıp giden nehrine bakarken, ölümü anlarız. Ölüm korkulacak bir son değildir. Sonsuz şefkatin ve adaletin tecelli ettiği o muhteşem âleme açılan bir kapıdır.
Hayat ve ölüm birbirini tamamlayan, birbiriyle anlam kazanan iki kadim gerçektir. Ölümün penceresinden hayata bakmak, bize hayatın sınırlarını hatırlatır. Ama aynı zamanda sınırsız potansiyelini de gösterir. Her anın bir amacı olduğunu fısıldar. Her deneyimin bir ders olduğunu ve her varoluşun ebedi bir sona doğru ilerlediğini söyler.
Öyleyse, korkuyla değil, idrakle ve şükürle bakalım ölüme. O, hayatımızın en keskin pusulasıdır. Bizi doğru yöne, ebedi mutluluğa ve gerçek huzura götüren yoldur.
Hayat, ölümle zirveye ulaşan, sonsuzluğa uzanan bir sefere dönüşür. Bu seferde, her anın bir armağan olduğunu bilerek yaşamak, en büyük kazançtır.
Eğer ölüm olmasaydı, hayat bu kadar kıymetli olur muydu?
“Şu âlem, çendan (gerçi), fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan, zaildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zatın bâkî esmasının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm’in iltifatatı, zevalsiz, hakikî lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle manevî lezzet yetiştiriyor.
Madem meşru daire, ruh ve kalp ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebeptir.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, s. 713).
İşte ölüm, bu fâni hayatın verdiği o baki meyveleri toplama mevsimidir. Dünyada yaptığımız iyilikler, edindiğimiz hasenatlar, kurduğumuz samimi ilişkiler, çektiğimiz sıkıntılara gösterdiğimiz sabırlar… Hepsi, ölümün kapısından geçerek ebedi birer servete dönüşür.
Hayatın penceresinden baktığımızda, ölüm bir yıkım değil, bir inşa, bir dönüşümdür; fâni tohumların baki çiçeklere dönüştüğü bir mucizedir.
Benzer konuda makaleler:
- Corona virüs musibetinin hikmetleri ve manevi tedbirler
- Haşirde cesetlerin inşası nasıl olacak?
- Bediüzzaman ve Eşkıya Korkut Efe
- O’nun rızası yolunda bir saniye bir senedir