Hayat ve nefsî muhasebe sorumluluğu

Yaşadığımız şu hızlı, karmaşık, sisli hayat yolunda ve ortamında ne kadar kendimizle barışığız? Nasıl bir hayat yaşıyor ve ne türlü bir hayat sürdürmek istiyoruz? Kendi öz benliğimize, ailemize, dostlarımıza ayırdığımız zamanın, irtibatlı olduğumuz varlıklara verdiğimiz değerin ve önemin ölçüsü nedir?

Muhtaç olduğumuz, gerekli olan insânî değer ve varlıklara yetecek derecede önem veriyor muyuz?

Anlamları, kavramları yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Materyalist felsefeden beslenen “sefih medeniyet”in çekim gücüne aldığı nesneler hâlinde bir hayat mı sürüyoruz?

Çağın vebası haline gelen ve Müslümanları derinden etkileyen, başta “ülfet” olmak üzere, gafletin, dünyevîleşmenin, umursamazlığın, duyarsızlığın girdabına mı kapıldık? Sahip olduğumuz birçok değeri kaybedip unutuyor muyuz?

Bu baptan olmak üzere; anne, baba, aile, evlilik, dost, ölüm, hayat, sağlık, zaman, sevgi, selâmlaşma, hâl hatır sorma… vb. birkaç kavram üzerinde bir fikir jimnastiği yapmaya çalışalım.

Hz. Peygamber (asm) tarafından “Cennetin onların ayakları altında olduğu” müjdesi ve ihtarı yapılan; her insan için en kıymetli ve değerli varlık olan; şefkatin en güzel tecellisini kalbinde taşıyan merhamet timsâli “annelere” karşı olan bu günkü toplumdaki muhabbet, hürmet, değer verme ve gönlünü alıp hoşnut etme ne seviyededir?

Vakarının yanında hanenin dış bağlantılarını ve ailenin varlık yükünün maddî – manevî bütün ağırlıklarını çeken, ecdadımız Osmanlı’dan beri hanenin “direği” olarak bilinen “baba”larımızın günlük hayattaki ve gerçek dünyamızdaki yeri nedir?

Hz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “insanın bir tahassüngâhı” olan; toplumun temel direği, en temel ve özlü yapı taşı olan “aile” hayatı ve—velev yuvadan ayrılsalar bile—fertleri arasındaki samimî ve hasbî irtibat istenilen seviyede sürdürülebiliyor mu?

Düğün, dernek, güller, çiçekler, alkışlar, ilâhî veya türkülerle süslenip bezenen, tarafeynin yakınlarının hep beraber coştuğu ve umutların o faaliyet içerisinde “tavan yaptığı”, ama son senelerde maalesef ülkemizde de bir faciaya dönüşen; ayrılık ve boşanmaların yaşandığı “evlilik” müessesesinin sağlamlaştırılması ve devamı için fert ve toplum olarak mükellefiyetlerimizi yerine getirebiliyor muyuz?

Hünerleriyle, güzel yüzleriyle, yardımlarıyla en sıkıntılı zamanda kalbî sıcaklıklarıyla yanımızda olan, gerçek manadaki “dostlarımıza” karşı istenen muhabbet, irtibat, sevgi, saygıyı gösterebiliyor muyuz?

Bu hızlı hayat akışı içerisinde her gün orta büyüklükteki bir şehri mezaristana boşaltan “vefatlar ve ölüm” hadisesine bakışımız, bu konudaki fikri ve hakikat bağlantılarımız ve iç muhasebe gündemimizin olması gerekmez mi?

Kâinattaki en büyük nimetlerin başında gelen “hayat”ın ve dünyevî – uhrevî hizmetlerin istenilen seviyede yürümesi için vazgeçilmez şart olan “sağlığın” gerçek yüzü ve onu verenin yoluna kullanım alanımız ve mesaimizin ağırlığı istenilen seviyede midir?

En büyük ömür sermayelerimizden olan “zaman”ı nerelerde ve nasıl kullandığımız konusundaki tefekkürî derinliğimiz ve günlük muhasebemizin devamlılığı ne durumdadır?

Haksızlıkların, anarşi ve terörün dünyanın dört bucağında kol gezdiği bir zamanda, insan olan herkesin en fazla muhtaç olduğu “sevgi / muhabbet” hissinin gerekliliğinin yanında, o makama uygun tatbikatı ve manasının gönül dünyalarımızdaki tecellisi nedir?

Teknolojinin bu kadar yaygın olup, ulaşım ve irtibatın bir kaç saniye ve dakikaya sığdırıldığı bu zamanda, özellikle yaşlı ve büyüklerimiz için, ecdad yadigârı “hatır sorma, gönül alma”, selâm verip, irtibat kurma güzel âdetini günlük yapamasak da, haftalık ve aylık bazda debisini arttırmamız gerekmez mi? Bu güzel hasleti yaygınlaştırma tatbikatı ve duyarlılığının bir sosyal hayır ve gereklilik olduğunu düşünebilir miyiz?

Hatemü’l-enbiyâ, gönüller sultanı, Hz. Peygamber’in (asm) asırları ışıklandırarak dalga dalga bugüne kadar gelen ve sadece üç kelimeden oluşan, şu “Seni çok seviyorum!” cümlesini; “tatlı dil” esprisi ve nağmesiyle, yüreğimizin sesi, gönlümüzün nefesi olarak; en başta hayat arkadaşlarımızdan başlayarak, kalblerin parçası, Cennetin meyvesi olan evlâtlarımıza ve en yakın dostlarımıza yürek dolusu haykırabildiğimizi gönül huzuruyla söyleyebilir miyiz?

Evetse ne âlâ! Hayırsa! Gün bu gün, an bu an deyip hemen geç kalmadan bir muhatap bulup tatbikatına geçmeye çalışalım! Bunun için ayrıca bir sermayeye ihtiyaç yok. İşe “Bismillah” deyip başlayarak; sadece “bu günlük”; sadece “beş dakika”, sadece “üç kişi!” parolasıyla tatbikatına girişmek yeter. Yapıp tatbik ettiklerimiz bizimdir, çünkü yapamadıklarımız ve hayallerimiz değil… İlk telefonlar bekleniyor!

Sevginin, saygının, şefkatin, dostluğun, yardımın, barışın, adaletin, huzurun dolup taştığı bir dünyayı akrabalarımızla, dostlarımızla, insanlık ailesinin uygun olan fertleriyle yaşayıp yaşatmak dilek ve temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*