Hayatı insanca yaşamak

Şimdi hemen hemen her yer öyle ya, bizim sokak da böyle. Geceleyin park edilen arabalar, tek şerit halinde sıralanıyorlar. Sabahleyin tekrar işine gücüne gidiyorlar. Akşam olduğunda, yine aynı manzara… Bizim uzun sokağımızda böyle de, başka yerlerde farklı mı?

Sabah akşam sokaklardaki bu değişiklikler insana şu mesajı veriyor:
Nasıl ki bu arabalar sokağın içerisinde akşam park edip sabah işlerine gidiyorsa, evler de böyle, hayatlar da böyle. Bir yandan doluyor yeni misafirlerle dünyamız, bir yandan boşalıyor gidenlerle… Ötelere taşınıyor bu dünya parkından nice bin yolcular.

Sokaklar, evler gibi, ağaçlar da vakti geldiğinde meyvelerini taşıyor, yapraklarla doluyor. Elleri dolduruluyor hikmet-i İlâhiyenin ve Rezzak-ı Kerim’in izniyle.
Saplarından tutmayı geçtik, avuç içlerimizde bile bir ayvayı tutup taşıyamıyoruz. En çok beş dakika dayanabiliyoruz. Takatimiz ona yetiyor. Düşünelim. Boyumuzdan az büyük bir ayva ağacının bir değil, elli değil, yüzlerce ayvayı serçe parmağımız kadar incecik dallarının ucunda taşımasına neden hayret edemiyoruz?
Neden? Çok bilmişiz ya, onun için her halde. Bilmek ne ki? Meyveyi ağacın üstünde görmek, bilmek midir Allah aşkına? Bilmek odur ki, “Odundan meyveyi çıkaran Rabbim, hayranım Sana ve san’atına” diyebilmektir.
Sokaklarda gelip geçen nice yüzler… Birbirlerini hiç tanımıyor bunlar. Nereye gidiyor bu insanlar? Nedir bu hareketliliğin sırrı? Bir bilen olmalı.
Herkesin zihninden ve kalbinden geçen ne varsa, ideali, emeli, niyeti, beklentisi ne ise, hayallerini süsleyen ne ise, onları bilen Birisi var. Allah var.
İnsanın bu kadar değerli ve gizli istekleri olsun da, bunları bir bilen olmasın, mümkün mü? Oysa bu düşüncelerin ve emellerin binde birini dahi bu dünyada gerçekleştiremeden göçüp gidiyoruz. Çok azı, ama çok azı gerçekleşebiliyor isteklerimizin. Pek çoğu öteye erteleniyor. Ebedî bir âleme tehir ediliyor.
Midemiz doysa da, gözümüz hep sofralarda. Bir müddet sonra yine acıkıyoruz, çünkü acıkan sadece midemiz değil, ruhumuz da acıkıyor, doymak istiyor. Ebedî âlemde bekâ istiyor.
Dünya sofrası da böyle. Neyle doyarsak doyalım, elimize ne geçerse geçsin, gözümüz hep başka yerlerde. Doymuyor, yüzü ebediyete dönük olan duygularımız doymuyor. O kadar açız ki, bunların tatmini için ebedî bir hayat lâzım. Her şey oraya işaret ediyor. Demek, oraya gidiliyor.
Muhtaç ve aç olan ruhlara ebedî bir âlemde, ebedî bir ziyafetgâh var. Küçücük bir mide için dünya kadar büyük bir sofra serilsin de, ruhumuz için ebedî bir sofra ve ziyafetgâh olmasın, mümkün mü?
Şükür ki, var… Şükür ki, Rabbimizin vaadi var. Şükür ki, cennet var. Ebedî bir hayat var.
Ya olmasaydı?
İnsanın acıklı sonu, ele geçirdikleri, tattıkları, yiyebildikleri topu topu bir lokmacık hazdan ibaret kalacaktı. Onun için de bu dünyada yaşamaya değmezdi.

***

Otobüsler mola verdiğinde tıka basa yemez yolcular. Bilirler ki, az sonra evlerinde, varacakları mekânlarında onları bekleyen mükellef sofralar vardır. Üç beş lokmayla bastırırlar açlıklarını, giderirler ihtiyaçlarını. Asıl iştahlarını ise, varacakları yere saklarlar.
Aynen öyle de, altmış – yetmiş yıllık dünya hayatının molalarında, ne tadarsak tadalım, ne yersek yiyelim, ebedî hayatın yanında bir hiçtir bunlar. Sadece ebedî âlemdeki nimetlerin numunelerinden ibarettir hepsi. Asıllarının gölgeleridir sadece dünyadakiler. Asıl hüner, gölgeden asla geçmektir.
Burada tatmak var. Doymak burada değil, ötededir.
Demek ki insan, bu dünyaya küçük bir gaye için yaşamaya gelmemiş, gönderilmemiştir. Nasıl ki bir öğrencinin, lise ve üniversite ötesi bir gayesi varsa, insanın da bu dünyada, burayı aşan, dünya ötesi bir gayesi vardır ve olmalıdır. Diplomayı alan, hayata atılır. Çektiği çileleri, dertleri unutur. Ebedî hayatın kapısını imanla çalan, şahadet diplomasını imanla alan bir insan da, ebedî âlemde zevkin ve saadetin ummanlarında kulaç atar, dünyada çektiklerine tebessüm eder, geçer…
Her şey için olduğu gibi, insan için de daha yüksek bir gaye ve maksat var ki, onu gerçekleştirmek için buradayız, dünyadayız.
Sokaklar, her gece ve her gün bir dolup bir boşalmasıyla neler söylüyor, neler… Ağaçlar da takatinin üstünde taşıdığı yüklerle, soğuğa karşı o zayıf haliyle, ama o güçlü Besmeleli diliyle ve faaliyetiyle, hep bu mesajı veriyor bize:
“Kendi adıma değil; yaptığım, işlediğim ne varsa, Rahman namına” diyor. “Güzel tat. Ebedî âlemdeki asıllarına müşteri ol.”
Gece gündüzün değişmesiyle her dost veda ediyor. Her bahar, yeni canlılar, yeni meyveler, yeni nimetler sahne alıyor. Hak’tan bahar fermanı geldiğinde, ağaçlar tomurcuklanmaya başlıyor, toprak uyanışa geçiyor.
İnsanı sabahleyin yatağından çıkaran kim ise, kara kışın bağrından toprağı çekip çıkaran ve uyandıran da O. Ağaçların uçlarında tomurcukları çatlatan O. Leylekleri, kırlangıçları, serçeleri vakti geldiğinde göç ettiren, vakti geldiğinde misafir eden, O. Her şeyin sahibi olmayan, hiçbir şeyi bilemez. Tek bir şeyin sahibi kim ise, her bir şeyin de sahibi O’dur. Onun için, bir kusur yoktur bu dünyada… O’nundur dünya, O’nundur içindekiler, O’nundur bu mülk.
Lehü’l mülk! Lehü’l mülk!
Diller rızka muhtaç konuşmak için. Gözler rızka muhtaç görmek için. Kulaklar rızka muhtaç işitmek için. Kalpler rızka muhtaç sevmek için. Say sayabildiğin kadar…
Ey Rezzak-ı Kerim, her şey Sana muhtaç. Her şey nimetine aç… Her şey, Sana elini açmış, Sana muhtaç…
Nerde tesadüf? Nerede sebepler? Nerede tabiat?
Birilerinde kuru bir inat; hâlâ söylenip duruyorlar belgesel kuşaklarında. Utanmadan kuyruklu yalanlarına inandıracak birilerini bulmaya çalışıyorlar. Her sözün sonuna ‘Allah’ diyemediklerinden, ‘doğa, tabiat’ deyip geveliyorlar. Cicili bicili kelimelerle, makyajlı sözlerle insan ruhunun ihtiyacını tatmin etmekten uzak ifadelerle, hayret ufkumuzun önünü kapamaya çalışıyorlar. Bu hırsızlığın farkına varıp da Tabiat Risâlesi ile onları cürm-ü meşhud halinde yakalayan Üstad’a binlerce selâm olsun.

***

Her gece, hem kendimizi, hem de dünyayı unutup uyuyoruz. Ertesi sabah kalktığımızda her şeyi yerli yerinde buluyoruz. Kimin mahareti bu? Kimin bilgisi dâhilinde? Hani tesadüf? Hani sebep? Hani tabiat?

Bağır tabiat
Çağır tabiat
Ses vermez ki
Sağır tabiat…

Allah de, tesadüfü, tabiatı çöpe at… Bir resimdir o, ressam değil.
“Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyenin perdesidir.” diyor Bediüzzaman. (Sözler, 619)
Sebeplerin içinde en büyük bir sebep olan güneşe soralım bakalım:
“Bir sineğin kanadını yapabilecek malzeme var mı dükkânında senin?”
Ne diyecek?
Bende Allah’ın izniyle ısı, ışık, yedi renk var, ama bir sinekteki hayat, göz, mide yok bende, yok tezgâhımda.
Evet… Sütten sütlaç olur. Mahiyeti de pek değişmez zaten. Allah’ın izniyle olur. Ama topraktan patates olmaz, soğan olmaz, havuç olmaz. Hele de ağaçtan erik, kiraz, elma hiç olmaz. Odundan kiraz olur mu? Olsa olsa masa, sandalye olur. Olmaz, başka bir şey olmaz…
Oluyorsa, yapılıyorsa, toprağa, ağaca veremezsin, tabiat diyemezsin. ‘Allah’ diyemeyen, bak neler diyor, bak diline ne yalanlar söyletiyor. Yazık değil mi?
Haydi, biraz düşünelim. Düşünelim ki, melek vazifesi gibi bir görevin başına geçelim, melekî bir hale girelim. Girelim de ruhumuzu güldürelim, kalbimizi sevindirelim. Şöyle rahat, sere serpe bir iklime geçelim. O marifetullah iklimine girelim. Hayatın gayesi de bu değil mi dünyada?
Hiçbir şey ısmarlama değil burada. Her şey gerçek. Maliki, sahibi Allah. Onun için gerçek.
İnsan bir şeyi arzu ettiği zaman, sipariş verir, ısmarlar birisine. Sonra ısmarladığı o san’atın, bir ustanın elinden çıkışını hayretle izler ve karşılığında da bir bedel öder. Ve sonra onu baş tacı eder ve herkesin görmesi için odasında, evinin önemli bir yerinde duvarlara asar.
Şimdi çevirelim yüzümüzü de bir bakalım:
Kâinattaki her şey, ondan bin kat daha harika bir eser değil mi? Kimin eseri? Sormayalım mı?
Bu eserlerden tek bir tanesi bile sipariş üzere yaratılmış değiller. Hepsi Allah’ımızın, Rabbimizin eseridirler. O’nun dest-i kudretiyle yaratılmışlardır. Yeryüzünü çiçeklerle süslendirmiş, gökyüzünü yıldızlarla… Her şey O’nun eseri. Burada hiçbir şey sipariş üzere yaratılmış değil. Hiçbir şey ısmarlama değil. Ne tabiatın, ne sebeplerin eli uzanamaz buna, karışamaz bu ince şeylere.
Yaşamak budur işte… Hayatı insanca yaşamak…
Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!
Hayatımızın gayesini, hedefini, ideallerini kaybetmeden yaşamayı, o güzel isimlerinin tecellisinden uzaklarda kalmamayı, nuruna, ışığına, imanına ve hidayetine her an muhtaç olduğumuzu hatırlamayı ve hayatımızı bu ince duygularla yaşamayı cümlemize nasip eyle…
Yâ Muhsîn… Yâ Müstean… Yâ Muîn…
Âmin…

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Makale başlığı güzel….Makale de.Ben hekimim.Biliyorum ki yazdığım reçetedeki ilaçlara bakteri duvarını delme gücünü veren de ALLAH(c.c.)tır.Ancak,bahsettiğiniz belgeseller tabiiki bilimsel verilere dayalı ve akılcıdır.Nihayetin de tabii ki benim HAYRET UFKUMUN önünü açmakta.ancak,çevrem de üzülerek çıkar amacı için Allah’ı ağzına alabilen ve ibadet edebilen sözde insan denilen mahlukatlar benim HAYRET UFKUMUN önünün kapatıyor.ve o mübarek şahsı SAİD-İ NURSİ efendimi ağızlarına almaları zoruma gidiyor.Şimdi O belgesellerdeki bana Allah’ı hatırlatan o hayvan dediğmiz varlıklar mı? eşrefi mahlukat;yoksa bahsettiğim insanlar mı?O hayvan dediğimiz mahlukat mı insanca yaşıyor yoksa;bahsettiğim çıkarcı insanlar mı?daha insanca yaşamakta…ben şahsım adına insan olarak acı duyuyorum ve Allah a dua ediyorum…gerçekten insanca yaşamak nedir?şu an pratikte yaşananlar insanca mı?gerçekten insan olmak nedir?insanca yaşamak nedir?bunu biraz daha açarsanız beni mutlu edersiniz…

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*