Hayatı yöneten güç: Ruh meselesi

Sonsuzluğa komşu bir gökyüzü ve altında güzel mi güzel, dünya denilen misafirhanede gözünü açan acaip ve garaipten en saygın yaratık, insan…

Kavga ve heyecanların içinde hal halini tutmayan; bazen rahat ve mutlu, bazen huzursuz ve kalaklar içinde ızdırap yaşayan insan…

Fakat içinin sonsuz derinliklerinde bulunan her şeyi merak edip, bilmediklerini bilmek, hissedip bulmak isteyen biri var, o da insan…

Her daim dünyanın değişik yerlerinde yangınlar oluyor, alevleri göklere yükseliyor; içinde insanlar, canlılar, ormanlar ve bir bütün olarak tabiat yanıyor, insanın hem cinslerine ve canlılara olan sevgi, şefkat ve merhametinden, gönlü de beraber yanıp tutuşan insanlar var…

Diğer taraftan, idam sehpası kurulmuş her an idam edilmeyi bekleyen diğer insanlar vardır ki; elemsiz, endişesiz ve ölümsüz bir dünyada yaşayacakmış gibi; rakipsiz bir prens misali saraylar kurup, bu fani mekânda cennet hayatını yaşama gayret ve heyecanı içinde olan insanlar var…

Ey insan! Kâinattaki faaliyetlere bak ibret al… Bir gül goncasındaki renk, koku ve zineti izle, dersler al…
Her şeyi mizanla tanzim ederek düzene koyan muhteşem gayb elini keşfet. Allâh’ın sonsuz kudretini gör…
Alınamayan ibret, görülemeyen hikmet, duyulamayan hayret…
Ve kabuğunu çatlatamayan katılık ve perdesini yırtamayan gaflet…
Dünü hatırlayamayan hafıza; önünü göremeyecek kadar a’ma, yarına adım atamayan şuur…
Ve bu kadar renkli ve çeşitli ve ibretli delillerin etkileri ve tazyiki altında başını kaldıramayan, gönül gözünü açamayan, aklıyla bakamayan insan ve bütün bunlara hâkim olan insan RÛH’u…

Bildiğiniz gibi, insanın hayatının ilk nüvesini teşkil eden “nutfe”den başlamak üzere, insanın doğumuna kadar aşama aşama geçirdiği evrilme durumlarını dile getirmiştik. Sırasıyla organlarını ve oralarda cereyan eden olağanüstü faaliyetlerini nazara vermeye çalıştık, ama bütün bunları organize eden ve hâkimiyeti söz konusu olan rûh’tan bahsetmemek hiç olmazdı.

İşte sonsuz evrenin küçük bir numunesi olan bu insanın içinde sakladığı gizemleri ve mu’cizeleriyle, vücudunun ve iç dünyasının bitmez-tükenmez derinliklerinin hakimi, sultanı ve yegane komut kaynağı rûhunu keşfetmeye gayret edeceğiz.

Rûh denilen hazine ve en büyük nimet olan bu hazine hakkında, bilgi edinmek isteyenler için az ve öz, ama çok belirgin deliller sunmaya çalışacağız.

İlâhî sistemin esrarlı bir versiyonu olan ruh, hayat mertebelerini tırmanır ve inkişafa başlar. Engelleri sabırla bekler, azmeder ve hedefine ulaşırsa eğer; ancak o zaman muhatap olma lütfuna erer. O da kendi gücüyle değil, ancak kendinde var olan iradeyi hayır yolunda kullanmasıyla mümkün olacaktır.

Ezeli maksuda erme o aşkın kanunuyla olur. Aksi takdirde gölgeler ve suretler, insan kalbini parselleyecek ve artık gölgelerin ötesindeki asıl hakikatlara yer kalmayacaktır.

Kitap ve kalemler bu rûh kavramının özüne yabancıdır. Bütünüyle organizmamıza hakimiyetini tesis etmiş ve icra ettiği faaliyetleriyle belirgin bir şekilde tezahür eden rûh; şuurlu bir kanun-u ilâhîdir. Emir âleminden ve irade dünyasından gelir. Bunun böyle olduğunu, el-İsra suresi âyet 85′ ten öğreniyoruz; “Sana ruh’tan soruyorlar. De ki: ‘Rûh, benim Rabbimin emrindendir. Âlem-i Emirden bir varlıktır. (zaten bu hususta) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.” buyrulmuştur.

Kur’an’ı Kerim, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetinin de ancak Allah’ın ilminde olduğunu ve bu konuda insanlara az bir bilgi verildiğini ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş beyan eden düşünürlerin ve rûh bilimcilerinin hareket noktası da budur zaten. Bu konuda insanlar tarafından ne kadar araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatına ve mahiyetine tam vakıf olunamayacaktır. Ve bir muamma olarak kalmaya devam edecektir. Ancak biz burada ruhtan tecelli eden emareleriyle, eserleriyle ve izleriyle kendisine delâlet eden ilmî delilleri sunmaya çalışacağız.

Öyleyse ruh nedir, ruh’u nasıl tanımlayabiliriz ve ruh’a hangi anlamlar yüklenmiştir? Bu karmaşık konuda bir akıl yürütmek ve fikrî ölçüler çerçevesinde bir düzene koymak ve bir ortak zemine oturtmak istiyoruz. Hep beraber bir sonuçta buluşabiliriz diye ümit ediyorum.

Şüphesiz, “cesed bir hücreler sarayıdır. Çekirdek RNA ve DNA ile ASİTLER. Kendi başlarına birer kumandan olan bu milyarlarca hücre topluluğu bir nizamî kadere boyun eğmiştir. Neticede İlâhî tecelli, ruhun varlığına menşe olmuştur. Bu hayat kanunu içinde nefsin sarp yokuşunu çıkmak birinci vazife. Ruh bu tesirli atmosfer içinde bulunan insan benliğinde bir hamle unsuru olarak faaliyet gösterir.

Mertebeler ve tabakalar iç içe derinleşmeyi ve zirveye ulaşmayı bir fıtrat kanunu içinde kamçılar. Zaten bu kemâl meyli olmasaydı, hayatın ölümden farkı kalır mıydı?”(1)

Prof. Henri, hissiyatını şöyle terennüm eder: “İmanım eridi. Fakat iyiliğe, ahlâka ve selâmete varacağıma inanıyorum. Benim dinim Allâh’ta yaşamak ve Allâh’ta ölmektir.” Allâh’ta yaşamak, yaşamanın yegane hedefi. Güç, ıstıraplı ve yorucudur. Ruhu ateşte pişirme ve bedeni yakmadır. “Hangi çocuk, sancı çekilmeden doğar?”

Prof. Leonid L. Variliev ise: “Ruhanî olaylarla alakalı enerjinin keşfi lâzımdır. Belki bu keşif atomun keşfinden daha fazla insanlığa faydalı olacaktır.” demiştir. Kur’an’da, Hayır! Bilakis, onların işlemekte oldukları (kötülükten) kalpleri pas tutup, kirlenmiştir.” (2) buyurarak, özellikle bizim asır insanlarının ruh yapısına ayna tutulmuştur. Evet, katı dünyanın insanlarıyız, tertemiz sevgiyle dolu olması gereken kalblerimiz pas tutup kirlere bulandı. Neyi seveceğimizi bilemiyoruz artık. Duygular sönük, kalbler soluk, ruhlar bulanık. Meçhul bir kabus ruhlarımıza çöküp gölge düşürdü. Bundan kurtulmak için ruhlar bir menfez, bir nefes arayışında… “İnsan ruhunun karanlık kıt’ası kütüphanelerde değil, insanın kıymeti; anlaşılmayan bakışlarının gerisindedir. Nice zirvelerden kendi arzularıyla inenler vardır. Onlar kendi iradeleriyle ruhun has bahçelerine indiler. Fazileti hedef olarak seçtiler. Aşka el verdiler. Güller, renk renk çiçekler, yapraklar onların kalb damarlarından beslendi.”

Bir filozof öğrencisi delikanlıya, “Ruhundaki kahramanlığı söndürme” der. Öğretmen öğrencilerinin yüreğindeki kahramanlık tellerini tınlatmaya mecburdur. Ruh daima Hürriyet’e kavuşmayı özler. Fakat bu arzu, ekseriya insan kendi iç âlemini kavrayıncaya kadar bir ifade tarzı bulamaz. İman bir boyunduruk değil, nefsinin esaretinden kurtulmak yolunda bir hürriyettir.”(3)
dedi.

Cüneyd-i Bağdadî; “Ruhun mahiyetini bilmek Allâh’a mahsustur. Mahiyetini yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir.” diyor. Zira insan ruhu, suyun yeşil yaprak ve yaş ağaçla birleşmesi gibi, yoğun cisimle birleşen ve hayatla bizzat vasıflanan lâtif ve şeffaf bir varlıktan ibarettir.

Bu ruh meselesi üzerinde hem batıdaki filozoflar ve hemde doğudaki teologlar kendilerine göre bir takım fikirler beyan etmişlerdir. Batıda Sokrat, Aristo ve Plâton (Eflatun), bunlardan öne çıkan sadece bir kaç önemli isimdir.

Filozofların babası sayılan Sokrat (M.Ö. 468-400) ruh’a dair şu beyanlarda bulunuyor: Öncelikle hikmetle ilgili meselelerin çözümü için insanın nefsi (ruhu) ve mahiyeti üzerinde durmuş ve felsefî düşünce sistemini bunun üzerine kurmuştur. Bu cihetiyle enfusî, yani ruh dairesine ilk eğilen filozof ünvanını da hak etmiştir. Ruh’a dair görüşlerini şöyle hülasa edebiliriz. “İnsanların ruhları, cismanî bedenlerinden önce varlıklar âleminin bir tarafında mevcudiyetleri söz konusudur. Daha sonra cisimle birleşirler. Cisim, ruhun çalışma aleti ve bir nevi yuvası hükmündedir. Cisimler bozulup dağıldıkları zaman, ruhlar tekrar geldikleri kaynaklarına dönerler. Ruh’un cisimle birleşmesi iki gayeye bağlı olarak gerçekleşir. 1-Tekâmül etmek. 2-Devamlılık kazanmak.

Sokrat’a göre insan, ruhtan ibarettir. Cismin hiç bir önemi yoktur. Cisim yani beden, sadece rûh dediğimiz Efendi’nin çalışmasına bir merkez ve fiillerini gerçekleştirmesinde bir âlettir. Rûh kendi bedeninde görünmeksizin tedbir ve tasarrufta bulunur. Beden fanidir, geçicidir. Yok olmaya mahkumdur. Lâkin rûh ebedidir, daimidir.

Sokrat, insanın dünyaya niçin geldiğini ve vazifesinin ne olduğu sualine de şöyle cevap vermiştir: İnsanın asıl vazifesi, süfli âlemin geçici zevklerinden sıyrılmak, ruhunu ulvî hedeflere doğru kamçılamaktır. Dünyaya gelmekteki asıl gayesi de budur.

Aristo’ya gelince; rûh hakkında geniş bir felsefî görüşe sahiptir. O’na göre insan iki öğeden oluşmaktadır. Bunlardan biri beden, diğeri rûh’tur. Beden madde, rûh ise onu biçimlendiren, ona insan niteliği kazandıran form (şekil, biçim, olması gereken durum) dur. Buna göre rûh amaç, beden araç konumundadır. Bedeni tahrik eden yani harekete geçiren rûh’tur.

Aristo; rûh ile bedeni bir cevher (töz) in iki ayrı öğesi olarak ele alır. Aristo’ya göre rûh bölünmez, parçalanmayı kabul etmez bir bütündür.

Aristo, rûhun bitkisel, hayvansal ve akılsal olarak üç işlevi (faaliyeti) olduğunu düşünür. Buna göre bitkisel rûh, insan varlığının doğma, beslenme ve büyüme ile varlığını sürdürme gibi hayatî fonksiyonlarını düzenler. İnsanın hayvansal rûhun temel fonksiyonları ise duyumlardır. Rûhun son işlevi ise âkıl ve fikir yürütmeden ibarettir. Âkıl da iki şekilde değerlendirilir. Bunlar da faal (etkin) ve pasif (edilgin) olmak üzere ikiye ayrılırlar. Edilgen âkıl duyular (hissiyatlar)’la bağımlıdır. Duyularla sağlanan verileri derleyip toparlar, bir düzene koyar. Kendi kendini yöneten etkin (faal) âkıl ise; deneylerle elde edilen bilgileri evrenselleştirir. Zihinde tasarlanan biçimlendirilen (imgelenen) leri, nesnelerden soyutlar ve böylece bilime ulaşmaya çalışır.

Aristo’dan önce Platon (Eflatun) un bir rûh kavramı geliştirdiği bilinmektedir. Bu temel görüşe göre; rûh bedenden tamamen ayrı bir cevher (töz) olduğu maddeyle veya bedenle birlikte bulunmasının, onun doğasına aykırı olduğunu ve bedenden farklı bir varlık düzenine ait olduğu için, bedenin ortadan kalkmasıyla onun varlığına bir zarar vermediği, yani ölümsüz olduğu ve buna bağlı olarak da onu gelecekte bekleyen bir kaderin olduğunu ve bu itibarla, bedenden farklı şeyler olduğunu ileri sürmüştür.

Aristo, Platon’dan farklı olarak madde=form öğretisini, rûh-beden ilişkisine uyarlayarak onları birbirine bağımlı kılar. Böylece rûh bedensiz olamayacağı gibi, beden de rûhsuz olamaz. Aristo’ya göre, her rûh kendi bedeni için özel olduğu gibi, her beden de kendi rûhu için özeldir. Yine ona göre; ölümle birlikte rûh bedenden ayrılınca beden formunu kaybeder ve parçalanır. Rûh formdur, fiildir. Beden onun maddesidir, kuvvedir. Rûhun bedenle olan ilişkisi; gözün görme ile olan ilişkisi gibidir. Göz sadece bir görme âletidir. Görme ortadan kaldırıldığında; göz artık göz olmaktan çıkar. Rûh bedensiz olamayacağı gibi; beden de rûh’a sahip değilse, yok olmaya mahkum olur.(4)

İmam-ı Gazzalî’nın geniş rûh fikrî telâkisine burada, bir iki cümle ile yer vermek uygun düşecektir şöyle ki;

Gazzali’ye göre İnsan vücudunda bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki o da rûhtur. Beden rûhta değil, rûh beden de tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, lâkin rûhu yoktur. Beden o rûhun tezahhür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgah, bir kışla, bir mekteptir.

Gazzalî “İhya” sında rûha dair şu açıklamayı yapar: “Kaynağı cismani kalbin boşluğunda bulunan lâtif bir varlıktır. Damarlar vasıtasıyla bedenin her tarafına yayılır. Görmek, duymak, koku almak ve benzeri hasselerle hayat nurunun buradan aza (organ) lara akması, odaların köşelerinde dolaştırılan lambadaki ışığın o köşeleri aydınlatmasına benzer. (İlmin çok gerilerde olduğu ve yaklaşık 1000 yıl önce yaşamış olan Gazzalî’nın bu misali, bu gün elektrik örneği üzerinden düşünülmesi akla uygun düşecektir) Zira lambayı hangi köşeye getirirsen orayı aydınlatır. Hayat o köşede meydana gelen aydınlık gibidir. Rûhun seyeranı (yayılması) ve batinî hareketi o lambanın köşelerde dolaşması gibidir. Tabibler rûh dedikleri zaman bu manayı kastederler ki, kalb hararetinin yaktığı latif bir buhar demektir.”

Ayrıca Gazzalî; rûhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir misal ile izah etmiştir. Rûh bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke veya ikamet ettiği bir hanedir.”(5) buyurdu.

Bu imtihan meydanı olan dünyada, imtihan edilen şey rûhumuzdur. Beden, insan rûhunun evi ve yuvasıdır. Rûh, hakikati olmayan hayali bir varlık değildir. Kendisine harici bir vücut verilmiştir. Yani, emir âleminden yaratılıp varlık âlemine çıkarılmıştır. “De ki: Rûh, Rabbimin bir emridir. onun hakkında size çok az bilgi verilmiştir.” âyeti bu mânâyı ifade eder.

Bediüzzaman’ın bu rûh âyet üzerine dile getirdiği ifadeler dikkate değer bulunmuştur. Zira O’na göre rûh’un mahiyet ve manası şudur: “Rûh; zihayat (hayat sahibi), nûranî vücud-u harici giydirilmiş, câmi (donanımlı), hakikattar, külliyet kesbetmeye müstait bir kanun-u emridir.”(6)  Bu tespitlerden anlaşılıyor ki, rûh, canlı bir kanundur. Allah, rûha canlılık özelliği vermiştir. Aynı zamanda rûhun başına şuur, akıl, anlayış ve idrak nimeti verilmiştir. Çok kabiliyetlerle donatılmış ve kendisine gelişip tekâmül etmeye elverişli bir özellik verilmiştir.

Bu dünyada rûh ve beden birlikteliğinde bir hayat yaşıyoruz. Beden, rûhun hizmetkârıdır. Rûh nasıl isterse bedenini ve içindeki otonom sistem dışındaki organları kullanır. Beden, rûha emanettir. Rûh, emanet olan organ ve duygularını, o emanetlerin sahibi olan Allah’ın istediği istikamette kullanırsa; yeniden dirilişten sonraki cennet âlemlerinde, rûh ve beden birlikteliğinde sonsuz saadetlere mazhar olur. Aksi takdirde, yine rûh ve beden birlikteliğinde ebedi azaplara düçar olur.

Bedenimiz yokken rûhumuz vardı ve rûhlar âleminde hazırdı. Bebek dört aylık iken anne karnındaki çocuğa rûh üflendi ve bedeni canlandı. Ölümle bedenden ayrıldıktan sonra rûh, büsbütün çıplak olmaz. Rûha münasip lâtif bir kılıfı ve misali bir bedeni vardır, onu giyer ve berzah âlemindeki rûhanî hayatına geçer.

Yine bir incir çekirdeği üzerinden verdiği misal ile rûh konusunu daha anlaşılır kılmaktadır. Meselâ: “Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun rûhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır. İşte madem en âdi (yani sıradan) ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette insanın rûhu, değil yalnız beka ile, belki sonsuza kadar alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki rûh dahi Kur’anın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رى  (İsra 17/8) ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur (şuurlu bir kanun) ve bir namus-u zîhayattır (hayat sahibi bir kanundur) ki; kudret-i ezeliye, ona haricî bir vücut giydirmiş. Demek nasıl ki, sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kanunlar, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen, onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen rûh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünki bir vücuda sahiptir, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki zîhayattır.(7)

Bu rûh âyetinden de anlaşılacağı üzere “rûh âlem-i emirden gelen bir varlıktır.”

Âlem-i Emir ve Alem-Halk tasavvuf edebiyatında da çok kullanılan kelimelerdir. Nedir bunlar? Cenab-Hakkın kâinatta iki çeşit icraatı vardır. Bunlardan bir tanesi: Kudret ve iradesinin tealluku iledir ki, biz bunları; yapmalar, yıkmalar, inşa etmeler şeklinde görüyoruz. Mesela; kürre-i arzı tanzim edip inşa ediyor, üzerinde ağaçları yaratıyor, ağaçta, dalı budağı yaratıyor. Dalda, budakta yaprağı yaratıyor. Yaprakta meyveyi yaratıyor. Bütün bu yeniden yaratma ve inşa etmeler, Cenab-ı Hakk’ın Alem-i Halk’ta kudret ve iradesinin tahakkuku, tecellileri ve  ifadesidir. Bütün bunlar mülk cihetinde, yani görünen tarafiyla yapılan icraatlardır. Bir de bütün bunların arkasında, Alem-i Emir vardır. Bu tarafta ise daha ziyade kanunlar vardır. Görebileceğimiz, hissedebileceğimiz şeylerin ötesinde kanunlar. Mesela tohumda, âlem-i Emir ve Alem-i halkın ikisi de vardır. Tohum alem-şehadetten, yani gördüğümüz âlemden bir varlıktır. Fakat, bir de o tohumun içinde, tohumun asıl özünü teşkil eden canlanma, neşv-ü nema bulma kanunu vardır. Uygun bir toprağa atıldığı, güneşlenip suyu havayı bulduğu zaman, hayat düğümü hemen “çat” diye açılıveriyor ve yeni bir ağacın başlangıcıyla taze bir filiz doğuyor.

Acaba rûh konusunda bilimsel veriler çerçevesinde bazı bilgilere ulaşmanın imkânı var mıdır? diye düşünülebilir. Bilindiği üzere müsbet (pozitif) ilimler, varlıkları tecrübe ve deneylere dayanarak incelerler. Olayların “nasıl” olduğunu inceler ve araştırırlar, ancak “niçin”i üzerinde durmazlar. Bu durumda, rûh ve rûha ait hakikatlar pozitif bilimlerin dışında kalmaktadır.

Rûh’un mahiyetini kavramak için, akla küçücük bir pencere açmak istiyoruz.

Rûh bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değildir. Bitişik olmadığı gibi, ayrı da değildir. Bir şeye dahil veya hariç olmak, cisim ve maddenin özelliğidir. Rûh ise; maddeden mücerret bir cevher (yani varlığı kendinden olan, var olmak için başka bir şeye muhtaç olmayan varlık olup) bir lâtife-i Rabbâniyedir.

Rûh bir bütündür. Bölünmeyi ve parçalanmayı kabul etmez. Bu haliyle insan bedenini yönetir. Rûh için, beden ülkesinde uzak- yakın yoktur. Vücudun bütün ihtiyaçlarına aynı anda cevap verir. Bedenin uçtan uca bütün hücrelerine aynı anda ulaşır, idare eder.

Bilindiği gibi, elektrik ışık veren lambada olmadığı gibi, haricinde de değildir. Hariç değildir, çünkü bize elektriğin ışığı ondan yansımaktadır. İçinde de değildir, zira lamba kırıldığında, onun parçalarında elektrik bulunmaz. Aynen bu elektrik örneğinde olduğu gibi; rûh insan bedenini bir bütün olarak idare eder. Vücudun her yerinde vardır. Lâkin vücuda bitişik ve yapışık da değildir. Ve yine rûh, bedendeki bütün faaliyetlerin kaynağıdır. Eli çalıştırır, ayağı yürütür, göz ile bakar, seyreder. Dilden söyler, kulaktan işitir, yani bütün organlarda, hücrelerde tasarruf sahibidir. O rûh bizzatihi kâimdir (kendi başına vardır) ve daimidir. Vücuttan herhangi  bir organı veya parçayı kesseniz, koparsanız rûha hiç bir zarar ve noksanlık arız olmaz. Cesed ölse, yok edilse bile, rûhu var olmaya devam eder.

İnsan, bunca ilmin inkişafına rağmen en basit bir bitkinin dahi mahiyetini çözmekten aciz kalmaktadır. Mesela bir elmayı, ağacının dalından koparıp afiyetle yer, lâkin o hoş ve leziz tadınının, renginin ve kokusunun mahiyetini ve nasıl oluştuğunu çözemez. Eşyanın mahiyetini ancak Allâh bilir. Bediüzzaman; “Akıl, ubudiyet vazifesini ifa içindir, esrar-ı Rubûbiyeti idrak için değildir.” İfadeleriyle, eşyanın öz varlığına ve mahiyetine hakkıyla vakıf olunamayacağını belirtmiştir.

Mesalâ, elektriğin varlığını aklımızla anladığımız halde, duygularımızla göremez mahiyetini bilemeyiz. Bununla beraber, elle tutulmayan, gözle görülmeyen, eni ve boyu, ağırlığı ve hafifliği, rengi, tadı ve kokusu olmayan bu hakikatin varlığından da şüphe etmeyiz. Zira bu elektrik gerçeği icraat, hareket ve faaliyetleriyle ortadadır.

İşte burada rûh, aynen vücut şehrinin ana elektrik trafosu gibidir. Biliyoruz ki, bilgisayarda hesap yapan, televizyonda görüntüyü sağlayan, lambada aydınlanmayı temin eden, o trafodan gelen elektriktir.

Trafo kendisine bağlanmış hatlarla her yeri kaplar ve bağlar. Öncelikle bu trafoya şehrin ve şehirde bulunan evlerin aydınlanma lambaları ve cihazları ona bağlıdır. Yine o şehirdeki evlerinde, iş yerlerinde ve sanayi mahallinde olan iletişim ve şebeke bağlantılarıyla çalışır, faaliyet gösterirler. Buz dolapları soğutur, kombi vasıtasıyla  petekler ve dolayısıyla evler ısınır. Bilgisayarlardan tutun, telefonlara kadar ve daha nice şeyler, makina ve âletler bu sayede çalışır ve onlardan biz insanlar istifade ederiz. Aynen bunun gibi, insandaki rûh da, daha önce gördüğümüz yüz küsur bin kilometre damar ve kılcal damar ağlarıyla vücudun en küçük hücresinden, bütün organlarına kadar hayat vermekle canlılık kazanır, rûh sahibi (zirûh) bir varlık olur. Tırnağından en küçük kılına, göz farlarının görmesine ve aydınlanmasından, kulaktan beyne seslerin iletisine, burnun kokuları algılamasına ve tüm vücut mekânizmasının işlerlik kazanmasına kaynaklık eder. Bütün bu maharetlere sahip olan elektrik, faraza şuurlu olsa, kendi mahiyetini idrak edemez. Görmek için gözü olsa, ancak çalıştırdığı makinenin aletlerini görebilir. Rûh da, kendi mahiyetini bilmemekle birlikte, beden fabrikasında bir çok işi bir arada, beraber ve yanlışsız yapabilmektedir.

Aynen o trafonun, o santralın şarlterini indirdiğinizde, nasıl stop edip atıl kalıyorsa; o rûh da, vücudu terk ettiği zaman, beden hayatiyetini, yani yaşamını kaybeder, ölür.

Evet, “İnsan kendi vücudunda, akılları hayrette bırakan çeşitli tezgahların çalıştığını (beyin, his ve aklın içeriklerini) idrak eder, Elbette tezgah başka, tezgahı çalıştıran başkadır. Binaenaleyh, beden tezgahını çalıştıran, bedenden farklı mahiyette bir varlıktır. İşte o varlık rûh’tur. Aynı şekilde müdebbir başka, tedbir edilen başkadır. Mürebbi başka, terbiye edilen başkadır. Hareket eden başka, hareketi başlatan başkadır. İşte o müdebbir, o mürebbi ve o muharrik rûhtur.”(8)

Varlıklarını bildiğimiz halde mahiyetlerinin özüne vakıf olmadığımız çok şeyler vardır. Mesela insan aklı, zekası ve şuurunun varlığını hiç kimse inkâr edemez. Görmenin, koklamanın, işitmenin mahiyetleri bilinmemekle beraber varlıklarını herkes teslim eder. Yine güneş sistemini birbirine bağlayan itme ve çekme kanunları ve hararet gibi bizce görünmeyen kuvvetlerin varlıklarını eserleriyle ve neticeleriyle hissedebiliyor ve görüyoruz. Fakat özdeki hakikat ve mahiyetlerini kavramaktan aciz kalıyoruz. Aynen böyle, organizmamızdaki eser ve etkileriyle, icraat ve faaliyetleriyle bildiğimiz rûh’un mahiyeti ve hakikati bizce bilinmemektedir.

Ziya Ceren, “Allâh ve İnanç” adlı eserinde rûh’a dair şu ifadeleri de okunmaya değer: “Rûh madde yapısının tamamen aksine manevi bir özelliğe sahiptir. Elle tutulmaz, gözle görülmez, yapısı herhangi bir dünya ölçüsü ile erişilmez. Altıncı his yolu ile etkisi duyulur. Bir de bilerek veya bilmeyerek ruhun altıncı his yoluyla beyin merkezine ilettiği emirleri, madde yapımız ve diğer madde yapılarına gösterdiği etkilerden anlayabiliriz. Bu etkiler, dünya ölçüsü dışında meydana geldiğinden, dünyadakiler için bir fevkalâdelik, bir üstün olay, bir mu’cize telakki edilmektedir.

“Yetersiz bir değişimle rûh, radyoskopi ve röntgen cihazlarında bedenimizin iç yapısını göstermeye yarayan (X) şuaları gibidir. Bu şuaların varlığı ancak, kurşun levhalar sayesinde, özel surette yapılan cam ekranlardan meydana gelen görüntüden anlaşılmaktadır. Bu gün (X) şuaının elde edilmesi ve kullanılması mümkün iken, bu şuanın gerçek yapısı (ve mahiyeti) hakkında hiç bir bilgimiz yoktur. İleride bunun çözüleceği gibi, belki de daha bir çok meçhul şuaların yeniden keşfi mümkün olacaktır.”

“Şu halde rûh çok lâtif bir etken olarak, varlığında taşıdığı enerji sayesinde zaman ve mekân ölçüleri dışında bir hayatiyet kaynağıdır. Elbette bu enerji hayat kaynağı, kendi başına var olmuş değil, var edilmiştir. Var edildiğine göre de, bir sistem ve bir kurala tabidir. Her hangi bir kurala otomatikman uyan bir varlığın kendi başına bir iradesi bulunmayacaktır.”(9)

Sade ve basit insanların, nasıl çiçeklerin kokularını ve güneşin hararetini hissediyorlarsa; akıllarını gayesine uygun kullanan ve tefekkürü de ona refakatçı kılan her bir insan; Allâh’ı öylece tabiî bir surette hisseder, tanır, sever ve itaat eder.

Dipnotlar:
(1) Ahmet ERSÖZ, Ruh Dosyası s. 2. İzmir 1988
(2) Mutafifin 83/14
(3)Prof. F. W. Förter, Okul ve Karakter.
(4) Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Sayı 18. 2014.s.91-98
(5) İ. Gazzalî. İhya-u Ulûmid-din. Cilt 3. s.10
(6) Sözler s. 842
(7)Sözler – 518 (Kelimelerin başındaki “zî” ekleri “sahip” manasınadır)
(8) Mehmet Kırkıncı, Ruh Nedir. 1983 İst.s. 14
(9) M. Hulusi İşler. Nefis ve Şeytan. s. 63-64 Otağ Yayınları. İst. 1976.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*