Hazret-i Risale-i Nur

Bu yazının başlığını teşkil eden “Hazret-i Risale-i Nur” sözü, İzmit’in fedakâr ve müstakim Nur Talebelerinden Salih Çökren Hoca’ya aittir. Geçen hafta İstanbul dönüşünde İzmit’e uğramış ve hem kitap fuarını ziyaret etmiş, hem de Cumartesi akşamı umumî derse iştirak ederek İzmitli kardeşlerle hasret gidermiştik.

Böyle hizmet mekânlarına yapılan seyahat ve ziyaretlerin ne kadar lüzumlu ve faydalı olduğunu bu vesile ile bir daha idrak ederek, “müfritâne irtibat” tavsiyesinin ne kadar yerinde olduğunu anladık. Pazar günü de Rıdvan Ercan, Salih Çökren ve Mehmet Ali Eniştekin ile birlikte Kandıra ilçesindeki dershanemizi ziyaret ettik. Kandıra’da fedakâr Tahsin Ağabey ve genç kardeşlerimizin ihlâs ve sadakat içinde hizmet etmelerinden şevk aldık, uhuvvet ve muhabbetlerinden son derece memnun ve mesrur olduk.

Bu yazı, bir gezi yazısı olmadığından, seyahatimizdeki gözlemlerimizi ve yaşadığımız güzel anıları anlatmak yerine, sadede gelerek “Hazret-i Risale-i Nur” üzerinde durmak istiyoruz. Bu ifade bana çok ilginç geldi. Zaten Salih Hoca da neden böyle bir ifade kullandığını dersinin başında güzelce izah etti. Ben o dersten aldığım dersi burada paylaşmak istiyorum.

“Nurculuk” diye bilinen iman hizmetinin, olmazsa olmazı olan üç temel esası vardır. Bunlar üç tane sahs-ı mânevîdir. Bu üç manevî şahıstan birisi olmazsa, o hizmete Nurculuk demek doğru değildir.

Birincisi, Bediüzzaman’ın şahs-ı manevisidir. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin iki şahsiyeti vardır. Birisi Said Nursî olarak bilinen ve kendi hayatına bakan şahsiyeti, diğeri de Risale-i Nur’un dellâllığını yapan ve Hazret-i Bediüzzaman olarak bilinen şahs-ı manevisi. İşte bu şahs-ı manevî, Nurculuğun üç temel esasından birisini teşkil eder. Onun için “Bediüzzamansız Nurculuk” olmaz. Bugün kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söyleyen, fakat Bediüzzaman’ı hakikî kimliği ve muvazzaf olduğu vazifesi ile birlikte tanıyıp kabul etmeyen birileri, “Biz de Nurcuyuz” diyorlarsa, kusura bakmasınlar, ama Nurculuk bu değildir.

İkinci şahs-ı manevî ise, Risale-i Nur’un Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olduğuna inanan, Risale-i Nur’a gönül bağı ile bağlanan ve meşveret sistemine dayanan, şahıstan değil eşhastan meydana gelen şahsiyettir. Ona da “Hazret-i Şahs-ı Mânevî” denilebilir. Bediüzzamansız Nurculuk olmadığı gibi, Hazret-i Şahs-ı Manevîsiz de Nurculuk olmaz. Fertler nefislerine ait şahıslarını ortak havuza atıp eriterek şahıs olmaktan çıkıp şahs-ı manevî derecesine yükselirler.

Tarikattaki ilk basamak olan şeyhte fani olma, Nurculukta cemaatte fâni olma ve cemaati teşkil eden kardeşler arasındaki tefâni sırrına intikâl eder. Dolayısıyla şeyhin murâkabesini cemaatin şahs-ı mânevisi üstlenir. Nur hizmetinde buna “fenâ fil ihvan”, yani kardeşler arasında fâni olma düsturu deniliyor. Nur Talebesi hizmetteki hakikî kardeş ve dâvâ arkadaşlarına karşı ihlâs ve samimiyetini ve fedakârlığını muhâfaza edip kardeşlerinin kemâlat ve haseneleriyle iftihar eder. Hazret-i Şahs-ı Manevî, bu manayı ifade ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri şahs-ı manevinin ne kadar önemli olduğunu Risale-i Nur’da şöyle ifade ediyor: ”Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 102, Y.A.N.)
Bu yüzden, Hazret-i Şahs-ı Manevî olmadan da Nurculuk olmaz.

Üçüncü şahs-ı mânevî ise, bizzat Risale-i Nur’un kendisidir. Risale-i Nur, Kur’ân’ın manevî bir mu’cizesi olduğundan, Kur’ân-ı Kerîm’in özelliklerini içinde taşır. Üstâd Hazretleri Risale-i Nur’un mahiyetini şöyle izah ediyor: “Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve güzellik Kur’ân’ındır. Şahsımla Risâle-i Nur iltibas edilmiş, karıştırılmış; meziyet Risâle-i Nur’a aittir. Ben de, Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.” (Tarihçe-i Hayat)

Hazret-i Bediüzzaman, hakikî manada sadece Risale-i Nur’dan ders almıştır. Çünkü çocukluğundan beri kendisine ders verecek bir şahıs olmamıştır. Onun üstâdı Kur’ân-ı Kerîm ve Risale-i Nur olmuştur. Onun için Risale-i Nur da bir şahs-ı manevîdir. Her bir risale bir şahıs olarak kabul edilirse, Külliyat’ın tamamı onun şahs-ı manevîsi olur. Bu şahs-ı manevîyeye de Hazret-i Risale-i Nur ismi verilmesi münasiptir.

Risalelerin her birisinin kendi makamında bir riyaseti vardır. Biri öbürüne tercih edilmez. Bazı eserler ve bazı konular ihmal edilerek yapılan dersler Risale-i Nur mesleğine uygun değildir. Her esere her devirde ihtiyaç vardır. Ayrıca, Risale-i Nur’un dilini değiştirmeye çalışmak, bazı yerlerini tadil ve tahrip etmek, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine bir saygısızlıktır.

Nasıl ki Hazret-i Bediüzzamansız Nurculuk olmazsa, Hazret-i Şahs-ı Manevîsiz Nurculuk olmazsa, Hazret-i Risale-i Nursuz da Nurculuk olmaz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*