Her asırda bir müceddit Kur’ân’ın nurlarını neşrederek karanlıkları dağıttı

Hz. Muhammed’in (A.S.M.) her asrın başında geleceğini söylediği müceddid /mehdi konusu İslâmiyetin ilk asırlarından itibaren medâr-ı bahis olmuştur.
Müceddid ve mehdi hakkında: “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”[1] hadîsiyle, Ehl-i Sünnet’in, ekseriyetçe kabulu olan ve beklenen Muhammed Mehdi –Mehdi-i Muntazır- hakkında hadisler vardır.[2]

Mehdi, ‘manen ve hakikaten hidâyet edici, irşad edici manası’nadır;[3] müceddid -tecdit eden, yenileyen- anlamındadır; müceddid ve mehdi sıfatları aynı kişi için de kullanılmıştır.

Îman esaslarının Kur’ân hakikatleri ile ispat ve izahını yapan büyük İslâm âlimleri için kullanılan “mütekellimîn” kelimesi de bazı müceddidlerin öne çıkan sıfatıdır, Ebü’l-Hasan el-Eş‘ari, İmam-ı Gazzalî gibi.

Dini tecdit vazifesi gören zâtlar; mehdi, müceddid, muslih, halife-i zişan, kutb-u âzam veya mürşid-i ekmel hükmündedir, bu sıfatlarla bilinirler. Meselâ Mehdi unvanıyla bilinen Muhammed Mehdi Abbasî halifesi, Abdülkadir Geylanî (K.S.) tarikat şeyhi, Kutb-u Âzam’dır. Hicri 11. asrın müceddidi kabul edilen İmam-ı Rabbani (K.S.) hem tarikat şeyhi, hem müçtehid, hem müceddid hem de mütekellimîndendir.

MEHDİ MİSAL ZÂTLARIN SİLSİLESİ

Mehdi -Büyük Mehdi- Hz. Muhammed’in (A.S.M.) neslinden olan ve âhirzamanda gelerek Müslümanların dinlerini takviye ve imanlarını tecdit edecek zâttır. Peygamber (A.S.M.), vahye istinaden, her asırda meyusiyet vaktinde, iman sahiplerinin manevî kuvvetlerini muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ümitsizliğe düşmemek, hem İslâm âleminin bir nurani silsilesi olan Âl-i Beytine îman sahiplerini manevî bağlamak için, Mehdi’yi haber vermiştir.[4] Hazret-i Hasan’nın (R.A.) neslinden Gavs-ı Azam olan Şâh-ı Geylânî gibi çok mehdi misal Şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) taşıyan zatlar; Hazret-i Hüseyin’in (R.A.) silsilesinden, Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi ki herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp Kur’ân nurlarını ve îman hakikatlerini neşretmişler, cedd-i emcedlerinin [en şerefli cedlerinin-Hz. Muhammed’in (A.S.M.)-] birer vârisi olduklarını göstermişler.[5]

ÂHİRZAMAN HADİSLERİNİN TEFSİRİ

Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman hâdiselerinden bahseden hadisler güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ilim sahipleri o konudaki hadislerin bir kısmına zayıf veya mevzu[6] demişler; îmânı zayıf ve enaniyyeti kuvvetli bir kısmı da hadisleri inkâra kadar gitmişlerdir.[7] İbn-i Cevzi gibi büyük bir muhaddis bazı sahih hadislere de mevzu dediğini, âlimler nakletmişler.[8]

Hz. Muhammed’in (A.S.M.) istikbalden haber verdiği ‘âhirzamanda vukua gelecek hâdiselere dair hadîslerin bir kısmı Kur’ân’ın müteşâbih ayetleri[9] gibi müşkilâtı,[10] derin mânâları vardır, muhkemat [Kur’ân’ın nasları, kesin hükümleri] gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez, çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır, belki tefsir yerinde tevil edilir [yorumlanır], vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir. Büyük mehdi dışında, geçen mehdilere işaret eden rivayetler büyük mehdinin hallerinden bahseden hadislere uymadığından bunlar müteşâbih hadis hükmüne geçer.[11]

Hadisleri tefsir edenler; hadis metnini, tefsirlerine ve çıkardıkları hükümlere tatbik etmişler. Saltanat merkezi o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, Mehdi veya Süfyânla –İslâm Deccalıyla- ilgili vak’aları saltanat merkezi civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin manevî şahsiyeti gelişmediğinden ve ferdiyetçilik fikri galip olduğundan, cemaatin büyük sıfat ve fiilleri o cemaatin başında bulunan şahıslara verilmiş, o şahısların mânevî şahsiyetine veya temsil ettikleri cemaate âit büyük sıfat, fiil ve icraatleri de o şahısların kendilerinde tasavvur edilmiş ve öyle tefsir edilmiş. Ve o şahıslar, hârika ve –hadislerden çıkarılan- bütün sıfatlara lâyık ve uygun olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük acûbe bir cisme ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidara sahip olması lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. O hadislerde teşbihle anlatılan o fevkalâde sıfatlara sahip âhirzaman şahısları çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil verilmiş:[12]

Meselâ: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve harikulâde bir eşeği vardır.” hadîsinin -bu rivâyetler tamamen sahih olmak şartıyla- tevilleri şudur: “Deccal zamanında haberleşme ve seyahat vasıtaları o derece gelişecek ki bir hâdise bir günde bütün dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark-garp işitir ve bütün gazetelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıtasını ve yetmiş hükümetini görecek ve gezecek” diye, çıkmasından on asır evvel telgraf, telefon, radyo, tren, tayyareden mûcizâne haber verir.

Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebit bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir.

Ve bindiği merkebi ve eşeği ise, ya trendir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce süslenmiş ve tefriş edilmiş; düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi, dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir.[13]

“ÂHİRZAMAN ŞAHISLARININ TANINMAMASI ”

Âhirzaman şahıslarının gelme vaktinin bilinmemesi ve herkes tarafından tanınmamasının hikmeti şöyle açıklanır: Kıyamet -vaktinin bilinmemesi- gibi, Allah’ın hikmeti iktiza eder ki vakitleri belli olmasın. Çünki her zaman, her asır, mânevî kuvvetin takviyesine medâr olacak ve ümitsizlikten kurtaracak ‘mehdi’ mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, irşadın umumi olma -bütün asırlardaki Müslümanları içine alma- maslahâtı zâyi olurdu… Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat kişinin ihtiyarı elinden alınmaz. O şahıslar, hattâ o müdhiş deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de başlangıçta deccal olduğunu bilmez. Belki îmân nurunun dikkatiyle, o âhirzaman şahısları tanınabilir.[14]

“DECCAL- SÜFYAN”

Deccalın çıkması bütün İslâmî akîde kitaplarında zikredilmiştir, icmâya mazhardır. Mehdî ve Süfyan –İslâm Deccalı- fikri ise ümmet içinde gayet esaslı bir tarzda ve ehemmiyetli bir hikmete binaen cereyan edip, gelmiş; adeta ümmetçe telakki-i bilkabul -kabulle karşılanma- nevinde bir tesellîye medâr her asırda Âl-i Beyt-i Nebevî’den bir hidâyet edici imdada yetişmesi tesellisi ile eski zamanda Yezid ve Velid gibi süfyan mânâsını veren hâkimlere karşı dayanmak için her asrın ihtiyacı bu fikri devam ettirmiş. Ve bu hakikati cüz’î-küllî her asır gösterdiği gibi bu asır da bir derece göstermiş. İmam-ı Ali’nin (R.A.), İmam-ı Gazalî ve Abdülkâdir-i Geylâni’nin (K.S.) ittifak ettikleri âhirzaman şahısları, mehdi ve deccal meselesinin kaynağı Risâlettir [Peygamberdir (A.S.M.).]. İslâmların Deccal’ı, Süfyandır, İmâm-ı Ali (R.A.) kasidesinde süfyana “İslam Deccalı” namını vermesi, kesin delil hükmüne geçmiş ve hâdiseler, vukuâtıyla onları tam tasdik etmiştir.[15] Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ise ayrıdır; bu deccal, tabiatçılık ve maddecilik felsefesinden çıkan Nemrudâne bir cereyânın, gittikçe maddi felsefe vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulması ile Allah’ı inkâr edip ulûhiyet dava edecek.[16] Rivâyetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar mutlak kâfir bulunduğundan yalnız bu dünyayı görecek birtek gözü var ve âkibeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.[17]

MEHDİ VE SÜFYANIN ŞAHS-I MÂNEVÎLERİ

Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislere verilen bir mânâ da şudur: Âhirzamanda nifak -münafıklık- perdesi altında, İslâm âleminde Hz. Muhammed’in (A.S.M.) peygamberliğini inkâr edecek Süfyan namında müdhiş şahıs, münâfıkların başına geçecek, aldatmakla iş görecek. Süfyan komitesi, İslâmiyetin tahrîbine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde nuranî bir zât velâyet ve kemâl sahiplerinin başına geçecek ve onun nurânî cemiyeti, Süfyanın manevî şahsiyeti olan münâfık rejimini mûcizekâr mânevî kılıcıyla öldürüp dağıtacaktır. Hazret-i Mehdi’nin cemiyeti, Süfyan komitesinin tahrîbatçı bid’akâr [dine aykırı] rejimini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi [Hz. Muhammed’in (A.S.M.) aydınlık yolunu] ihya edecektir.[18]

İslâm Deccalı olan Süfyan ve rejimini öldürmenin ne demek olduğu hakkında şu rivâyet vardır: “Bir zaman Resûl-i Ekrem (A.S.M.) Hazret-i Ömer’e (R.A.) Yahudi çocukları içinde birisini gösterdi, “İşte sureti” dedi. Hazret-i Ömer, “Öyle ise ben bunu öldüreceğim” dedi. Ferman etti: “Eğer bu Süfyan ve İslâm Deccalı olsa, sen öldüremezsin; eğer o olmazsa, onun suretiyle öldürülmez.” Bu rivâyet işaret eder ki onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüleceği gibi, kendisi Yahudiler içinde tevellüt edecek.”[19]

MEHDİ’NİN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ

Süfyan komitesinin tahribatçı rejimine karşı mücadele eden ‘Mehdi’nin, temsil ettiği kudsî cemaatin, manevî şahsiyetinin üç büyük vazifesi vardır: Îman, şeriat ve hayat; Mehdi’nin vazifeleri de bu meselelerdir. Bunlar insaniyet ve İslâmiyet âleminde üç muazzam meseledir, içlerinde en muazzamı îman hakikatleridir. Bu zamanda hükmeden cereyanlar karşısında faraza beklenilen Mehdi gibi bir zat gelse, üç vazifeden en lüzumlusunu -îmânı kurtarmak ve îmânı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da îmânını tahkikî yapmak vazifesini- yapacaktır.[20]

Bu zaman; hem îman ve din için, hem içtimâi hayat ve şeriat için, hem âmme hukuku -kamunun, Müslümanların hukuku- ve İslâm siyaseti için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, îman hakikatlerini muhafaza noktasında tecdit -yenileme- vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat daireleri [içtimâi ve siyasi hayat daireleri] ona nisbeten ikinci, üçüncü derecede kalır.

O ÜÇ VAZİFEYİ ANCAK ŞAHS-I MANEVİ YAPABİLİR

İman, hayat ve şeriat dairelerindeki üç vazife âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (asm) nuranî cemaatini temsil eden Hazret-i Mehdi’nin cemaatindeki manevî şahsiyette ancak bir araya gelebilir.
EHEMMİYETLİ GÖRÜNEN DAİRE

Hadis rivâyetlerinde, dinin tecdidi hakkında ziyade ehemmiyet ise îmanî hakikatlerdeki tecdit itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede -Müslümanlar arasında- hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan İslâmî içtimâî hayat ve dînî siyaset cihetleri pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için ikinci, üçüncü vazifeler umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünür.21

Bu üç vazife; bir şahısta yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması âdeten kabil görülmüyor, âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (asm) nuranî cemaatini temsil eden Hazret-i Mehdi’nin ve cemaatindeki manevî şahsiyette ancak bir araya gelebilir. 22

SİYASET MÂNÂSI

Her asırda hidâyet edici bir nevi mehdi ve müceddid gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdisi ünvanını almamışlar.23 Bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife -şeriat ve hayat dairelerindeki vazifeleri- hatıra gelir; siyaset manasını hissettirir, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, ‘Mehdi olacağım.’, diye dâvâ ederler.24

Müslümanlar, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek şahısları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında beklemişler, onlara yetişmek emelinde bulunmuşlar,25 âhirzamanda gelen Mehdi gibi her bir asır Âl-i Beyt’ten bir nevi mehdi ve mehdiler bulmuştur.26 Âhirzamanda beklenen Büyük Mehdi’den -Mehdi-i Muntazır’dan- önce de mehdiler geldiği gibi sonra da mehdilerin gelmesinin muhtemel olduğu, ancak bunların hiçbirinin Büyük Mehdi olmayacağı da söylenmiştir.27

Büyük Mehdi’nin geçmiş asırlarda geldiği ve onun, rivâyetlerdeki bir kısım sıfatlarını taşıyan ve Âl-i Beyt’ten 3. Abbasî Halifesi Muhammed’in (Halifeliği 775-785) -Mehdi-i Abbasî- Büyük Mehdi olduğu da iddia edilmiştir.28

“MÜCEDDİD BEN OLAYIM.”

İmam Suyutî de “İşte şu -hicri- dokuzuncu asır geldi. Bir müceddidin gönderilme va’di elbette değişmeyecektir. Amma o vâdedilen hidâyet edici kim olacak, Allah’tan ümîdimdir ki bu asrın içinde gelecek olan o müceddid ben olayım.” demiştir.29

Hicri II. binin müceddidi -Müceddid-i Elf-i Sâni- olarak kabul edilen İmam-ı Rabbânî de kendisinden önceki zamanda, büyük zâtlardan nakledilen: ‘Mütekellimînden birisi gelecek, îman ve İslâm hakikatlerini, bütün mesâili aklî delillerle beyan edecek, vâzıh -açık- bir şekilde ispat edecek.’ sözü için: “Ben istiyorum ki ben o olsam, belki o adamım”,30 diyerek müceddid olma isteğini belirtmiştir.

MEHDİLİK DÂVÂSINDA BULUNMA

Müslümanlar, her asırda Mehdi’nin gelmesini beklediği gibi birçok kişi de mehdiliğin önemi ve makamının büyüklüğünden dolayı mehdi olmak istemiş, bir kısım insanlar da “Mehdiyim.” diyerek mehdilik dâvâsında bulunmuştur. Günümüzde de “Ben Mehdiyim.”, diyenler çıktığı gibi İslâmiyete hizmet eden bazı zâtlar da cemaatleri tarafından Mehdi olarak kabul edilmiş ve edilmektedir.

Said Nursî, mehdilik iddiasında bulunan, kendisini mehdi bilen ve “Mehdi olacağım.” diyenler için şu tesbitte bulunur:

“Hem ben çok insanlar gördüm ki bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım.” diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Allah’ın isimlerinin nasılki tecellîleri, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri, akisleri var ve o isimlere mazhâriyet de, o nispette farklı farklı olur. Öyle de isimlere mazhâriyetten ibâret olan velâyet mertebeleri dahi öyle farklılık gösterir.31

Evliya makamlarından bazı makamlarda mehdi vazifesinin husûsiyeti bulunduğu ve kutb-u âzama has bir nisbeti görüldüğü ve Hazret-i Hızır’ın husûsi bir münâsebeti olduğu gibi, bazı meşhur zatlarla münâsebeti olan bazı makamlar vardır; o makamlara “Makâm-ı Hızır”, “Makâm-ı Üveys”, “Makâm-ı Mehdiyet” tabir edilir.

‘HAK YOLDAN SAPAR.’

İşte bu sırra binaen, o makâma ve o makâmın cüz’î bir nümûnesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münâsebetdar meşhur zâtlar zanneder. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdi îtikat eder veya kutb-u azam hayal eder. Eğer hubb-u câha –makam sevgisine- talip enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvâları, şatahat32 sayılır, onunla belki mesul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise [makam sevgisine çevrilmiş ise]; o zât enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre [övünmeye] girse, fahirden git gide gurura düşer. Ya divânelik derecesine iner veyahut hak yoldan sapar… Hattâ peygamberler hakkında hürmeti noksanlaşır.33

MEHDİNİN SIFATLARI

Said Nursî kendisine sorulan: “(…) Mehdi meselesinin sırrını anlamak istiyoruz?”, sualine verdiği cevapla mehdi meselesi ve Müslümanların âhirzamanda beklediği ‘Mehdi’nin sıfatları hakkında şunları söyler:

Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, İslâm şeriatının ebediyetine bir himâye eseri olarak, herbir ümmetin fesâdı zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi mehdi hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesâdı izâle edip, milleti ıslâh etmiş, Din-i Ahmedîyi (asm) muhafaza etmiş.

Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesâdı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.

Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında semâyı bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını sakinleştirir ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını îcat eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdi ile de İslâm âleminin zulümâtını dağıtabilir. Ve vâdetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer sebepler dairesi ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukûa lâyıktır ki eğer Muhbir-i Sâdık’tan (asm) rivâyet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır, diye ehl-i tefekkür hükmeder… Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.34

HÜLÂSA

Müslümanlar, her asırda Hz. Muhammed’in (asm) hadislerinde gönderileceğini söylediği, dini tecdit edecek bir müceddid veya mehdiyi ve âhirzamanda geleceğini haber verdiği Büyük Mehdi’yi Tâbiin zamanından günümüze kadar beklemişlerdir. Her yüzyılda bir veya birkaç müceddid veya mehdi gelmiş, bunların bazısının Büyük Mehdi olduğu da iddia edilmiştir.

Mehdi ve müceddidler İslâmiyetin zaafa, dehşetli hadiseler karşısında Müslümanların ümitsizliğe düştüğü zamanda hizmetleriyle onlara teselli vermiş, İslâmiyete yapılan hücumlar karşısında iman sahiplerinin mânevî kuvvetlerini muhafaza ve dini tecdit vazifesi görmüşlerdir.

Bu zâtlar mehdi ve müceddid sıfatları dışında: muslih, kutb-u âzam, mürşid-i ekmel veya halife-i zîşan, sıfatlarıyla da anılmışlardır. Bunlar, Müslümanları hidâyete ulaştırma (mehdi); imanları tecdit etme (müceddid); İslâm dışı olanları düzeltme, ıslah etme (muslih); hak ve hakikate ulaştırma yolunda bir kutup ve irşat edici; Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etme vazifesini gören bir halife veya îman esaslarının Kur’ân hakikatleri ile ispat ve izahını yapan bir mütekellimîn olarak hizmet etmişler.

Müceddid ve mehdilik makamının manevî büyüklüğü ve vazifelerinin ehemmiyeti bakımından çok kişi müceddid ve mehdi olmak istemiş, bazı kişiler de kendisini mehdi olarak görmüş “Ben mehdiyim.”, demiştir. Mehdi olmadığı halde manevî mertebelerde mehdilik makamının bir gölgesine ulaşanlar kendilerini mehdi sanmış, mehdilik dâvâ etmiştir. Mehdilik iddiasında bulunanlar -şatahat hallerinde olanlar hariç- bu makamın pek parlak ve şâşaalı görünmesi sebebiyle enaniyetlerine mağlûp olunca övünmeye ve gurura girerler, delilik derecesine inerek hak yoldan saparlar, hatta peygamberlere de hürmeti noksanlaşır.

Büyük Mehdi, âhirzamanda geleceği haber verilen ve İslâm âleminde münâfıklık perdesi altında dinin tahribine çalışacak olan İslâm Deccalı Süfyan ve komitesi ile mücadele edecek ve onun tahribatçı rejimini tamir edecek olan Hz. Muhammed’in (asm) neslinden gelen zâttır.

Büyük Mehdi; îman, hayat ve şeriat dairelerinde üç büyük vazifeyi görmekle vazifelidir, kendisi birinci daire olan iman dairesinde; en lüzumlu vazife olan imanı kurtarmak ve îmânı tahkikî bir surette umuma ders vermek vazifesini yapar. Îmâna göre ikinci, üçüncü derecede olan hayat ve şeriat dairelerindeki tahribatın tamiri vazifesi ise Büyük Mehdi’nin şahs-ı manevîsi olan cemaatinin vazifesidir.

Âl-i Beyt’ten gelmeyen -seyyid olmayan- ve Mehdi’nin vazifesini yapmayan mehdi olamaz, “Mehdiyim” demekle mehdi olunmaz, Büyük Mehdi’nin sıfatlarını taşımayan ve onun vazifesini görmeyene de “Büyük Mehdidir” denilmez.

İbrahim Aksaraylı

Dipnotlar:
1- Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, “Müstedrek” inde ve Ebu Dâvud “Kitab-ı Sünen” inde; Beyhakî, “Şuab-ı iman” daki “İnnellahe yeb‘asü lihêzihi ümmeti ‘alâ re’si külli mieti senetin men yüceddidü lehê dînehê”hadisi, Barla Lâhikası, s.159.
2- Said Nursi, Mahkeme Müdafaları, s.98.
3- Nursi, Emirdağ Lâhikası, s.247.
4- Nursi, Mektubat, s.101; Nursi, Şualar, s.454.
5- Nursi, Lem’alar, s.18; Mektubat, s.106.
6- Zayıf hadis, hadisi rivayet edenler silsilesinde kopukluk olması, râvinin isminin bilinmemesi; Mevzu hadis: başkası tarafından – söylendiği halde Hz. Muhammed’e (A.S.M.) isnat edilen hadis.
7- Nursi, Sözler, s.355.
8- Nursi, Mahkeme Müdafaları, s.252.
9- Müteşâbih âyet: Mânâsı açık olmayan, teşbihler, misaller ve istiârelerle hakikati tasvir eden, mecâzi mânâlara gelen âyetler.
10-Müşkilât: Güçlükler, zorluklar. Müşkil: Zorluk, güçlük. Manası derin olan; mecazla ifade edilmesinden dolayı manası gizli olan, tefekkür edilmeden, etraflıca düşünülmeden anlaşılmayan söz.
11- Nursi, Şualar, s.454,458; Sözler, s.365.
12-Nursi, Sözler, s.358-359; Şualar, s.457, 458.
13- Nursi, Şualar, s.464.
14- Nursi, Sözler, s.364.
15- Nursi, Mahkeme Müdafaları, s.98; Şualar, s.461.
16- Nursi, Mektubat, s.59; Şualar, s.460, 461.
17- Şualar, s.469.
18- Nursi, Mektubat, s. 59, 471; Şualar, s.461.
19- Şualar, s.470.
20-Nursi, Kastamonu Lâhikası, s. 155, 247, 316.
21- Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 211, 246.
22- Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 211.
23- Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 247.
24- Nursî, a.g.e. s. 249.
25- Nursî, Sözler, s. 358.
26- Nursî, Mektubat, s. 101.
27- Abdülkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, s. 486.
28- Nursî, a.g.e. s.101; Badıllı, a.g.e. s. 486.
29- Badıllı, a.g.e. s. 728.
30- Nursî, Barla Lâhikası, s. 139; Nursî, Şuâlar, s. 163.
31- Nursî, Mektubat, s. 479.
32- Şatahat: Manevî kendinden geçme hali; istiğrak halinde söylenen muvazenesiz sözler; tarikatlerde kişinin cezbe halinde haddi aşan iddialarda bulunması.
33- Nursî, Mektubat, s. 480.
34- Nursî, a.g.e. s. 471.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*