Herşeyden evvel bize ne lâzım?

Yalanın müthiş çirkinliğinin gizlenip, doğruluğun parlak güzelliğinin artık yavaş yavaş görünmemeye başladığı bir çağın insanlarıyız. Fikir ve kalplerin dağıldığı, zihnin felsefede, kalbin dünya hayatıyla sersem olduğu çağın insanı hızlı bir şekilde maneviyâta ve ahlâkî güzelliklere de yabancılaşır oldu. Bu yabancılaşmanın sonucu da bireysel ve toplumsal, hatta âlem-i İslâm bazında tedennî (geri kalma) olarak karşımıza çıktı.

Asrın mânevî hastalıklarının uzman doktoru, bizi ortaçağda bırakan sebeplerin arasına ahlâkî güzelliklerin zirvesindeki “doğruluk hasletinin” siyasî ve toplumsal hayatımızda ölmesi olarak teşhis ediyor.1

İslâmda “ateş kapılarından bir kapı”2 ve “en büyük hatalardan biri”3 olarak nitelendirilen yalan, bireyler arasında güven duygusunu ortadan kaldıran toplumsal bir hastalık. Yalan, bu asrın çehresine çalınmış siyah bir leke. Helâket ve felâket asrının müceddidi Bediüzzaman Hazretleri ise bu handikapımızı Nur’un sayfalarında şöyle değerlendiriyor: Şu zamanda kizb (yalan) ve doğruluk ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor, hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa tercih ediliyor.4

Yalanla doğruluğun bu denli yakınlaşıp hatta yalanın doğru addedildiği bu zamanda biz yalana çarşıda, ailede, siyasette serbest gezinme hakkı tanıdığımız sürece yalan, bizi ebedî hüsrana götürecek tehlikeli bir yara olarak her iki hayatımızı da tehdit ediyor.

Asrın alimi Bediüzzaman, medeniyet çarşısında hayat-ı içtimâiye-i insaniye dükkânında doğru ve yalanın birlikte satıldığı günümüzün bu karmaşık sürecinde yalana çok daha fazla rağbet gösterip, müşteri olan asrın insanına, yalanla ilgili ehemmiyetli bir açıklama yapıyor: “Kizb (yalan) küfrün (inkârın) esasıdır. Kizb, nifakın (ikiyüzlülük-riya) birinci alâmetidir. Kizb, İlâhî kudrete bir iftiradır. Kizb, Rabbânî hikmetlere zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi (yüksek ahlâk) tahrip eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren kizbdir. Âlem-i beşerin (insanlık âlemi) ahvâlini fesada veren kizbdir. İnsanlığı kemâlâttan (faziletten) geri bırakan kizbdir”5 diyerek değil sadece nurlu takipçilerini, tüm Müslümanları yalan konusunda dikkate davet ediyor. Yalan, Allah-insan bağı arasındaki gerçeğin üstünü örten bir nankörlük olarak tarif edilen “inkârın esası” olduğu konusunda ikaz ediyor, zehr-i katil gibi kaçınmalarını tavsiye ediyor.

Beyaz yalanların masum addedildiği bir çağda, asrın müceddidi, yalanın rengini yeniden belirliyor. Yalana en koyu karanlıkları ihsas eden “siyah” rengini veriyor, gölgesine bile yaklaşılmaması gerektiği konusunda ikaz ve irşad ediyor.

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde “Maslahat için kizb (yalan) ise zaman onu neshetmiştir (kaldırmıştır)”6 diye ifade ediyor. Çağın hususiyetlerini de nazara alarak İslâmda ruhsat (izin) verilen kimi meselelere ruhsat vermeyen İslâm Müceddidi, bazı âlimlerin zarûret ve maslahat (fayda) durumunda “muvakkat” fetvası verdikleri yalana fetva vermiyor. Böylelikle merhametli müellif, asrın başında yalana karşı tüm kapıları sonuna kadar sımsıkı kapatıyor. Yalanın yakıcılığından engin şefkat duygusuyla nurlu takipçilerini muhafazaya çalışıyor. Zira bu zamanda gerekçe olarak sunulan “fayda” ve “zorunluluk” unsurları, o kadar sû-i istimal edilmiş ki yüz zarar içinde bir menfaat barındırabilir. Bunun için hüküm maslahata bina edilemez.

Hazret-i Üstad’ın, çağın müftüsü olarak bu konuda verdiği fetvayı esas tutmak lazım. Her söylediğimiz doğru olmalı, eğer sözümüz zarar getirecekse sükut etmeli, ama yalana asla bulaşmamalıyız.

Kur’ânî ve Nebevî çizginin takipçisi olan Bediüzzaman Hazretleri, güzel ahlâk ve hasletleri tekmil etmeyi ve insanlığı ahlâksızlıktan kurtarmayı kendine vazife addetmiş, güzel ahlâkın en ehemmiyetli basamağı olan doğruluğun en iyi örneği olmuştur. “En menfaatli hile, en iyi hile hilesizlik”7 olduğunu düstur edinmiş, art arda “Her şeyden evvel bize ne lâzımdır” diye sorulan suâle üç kez “doğruluk”8 cevabını vererek de bu konuya nazarları tevcih etmiştir. Yalan ile doğruluğun arasının şark ve garb kadar uzak, nur ile nar gibi birbirine karışmaması gerekliliğini her fırsatta vurgulamıştır.

Eğer biz de insanlığa doğruluğu ve İslâmın güzelliklerini götürmek üzere yola koyulmuşsak ve nübüvvet misyonuna tâlip isek, doğruluk sahip olduğumuz en büyük sermayemiz olmalı. İmanın en bariz hassası, Muhammedî (asm) ahlâkın en temel taşı olan doğruluğu şahsî ve sosyal hayatımızda yeniden ihyâ etmeliyiz. Çünkü en muhkem zincir odur. Kurtuluş yalnız doğrulukla olur.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*