Hevâ selinden polis devletine

alt

Küçük Sözler”in engin dünyasında biraz dolaşmaya ne dersiniz?

Önce, malum iki yolcunun, uzaklık yakınlık itibari ile birbirine eşit olan yollarına bakalım. Çöl sıcak, orta ve soğuk her üç kuşakta da var olabilen bir coğrafyadır. Dışarıdan bakanlar için bir istikrar, bir sükunet ve sessizlik yurdu gelebilir. Ama durum hiç de öyle değildir.

Bir yerde simsiyah kaleler gibi yükselen kayalıklar, bir başka yerde hemen her gün yer değiştiren kum yığınları. Ne zaman yağacağı belli olmayan yağmurlardan meydana gelen seller. Kayaların arasında birikmiş sular ve bunları arayıp bulmak için sık sık yer değiştiren bedeviler. Birkaç saat içinde bir deve kervanını kumlar arasına gömebilecek kadar güçlü rüzgârlar…

Yerleşik olamamanın, kararlı bir sosyal hayat kurmamanın, belirli büyük bir otorite altında birleşememenin sonucu olarak sık sık sürüleri için otlak ve su bulmak için oradan oraya yer değiştiren insanlar.

Ve kabileler arasında meydana gelen, ancak kabile reislerinin araya girmesi ile çözülebilen ihtilaflar ve çatışmalar.

Birinci Söz ile Üçüncüsünü birleştirir isek, iki yolcudan birincisi yani sağda gideni “bir kabile reisinin ismini almış ve himayesine girmiş”tir. Hem de dört okkalık bir çantası vardır “mugaddi hulâsalarla dolu” olan. İman ve İslâm’ın hayatın her veçhesini kapsayan esasları. İki okkalık da bir “miri silahı” vardır. Dikkat edelim, miri silahı, kendi parasıyla almamıştır, kendi mülkü değildir.  Kendi mülkü olmadığı için de kullanımında hür değildir. Kendi kendine düşman icat edemeyeceği, onu vuramayacağı gibi dost olan birine de saldıramaz. İşte bu, kanaatime göre takvadır.

Bir kabile reisinin adını almayan ve kendini, sağa giden yolcunun taşıdığı bir batman yükü taşımaktan azade gören yolcu ise “asi ve hevâya tabi” olmuş birisidir.

Şimdi çölün havası buradaki hevâ arasındaki münasebeti hatırlayalım. Çölün kararsız “hevâ”sı (hava) ile sol yolda giden yolcunun kötülükleri isteyen “hevâ”sı arasındaki ilişkiden söz ediyorum.   

Bildiğimiz maddî “hevâ” atmosfer şartların kısa süre içinde gösterdiği durumdur. “Hevâ” da insanda her an değişebilen gelgeç arzu ve isteklerdir.

Hevâ hayra da şerre de yönelik arzu ve meyil olarak tarif edilmiş el-Mu’cemu’l-Vasît adlı sözlükte. Nefsin bütün iştiha duyulan şeylere meyli, ilgisi de bir başka tanım. Başka bir kaynakta, nefsin hiçbir sınır tanımayan kötü arzuları sonucu, aşağı düşmenin de aynı kelimenin çıktığı fiille ifade ediliyor.     

Nasıl ki maddî hevâ her türlü düzene bir gün içinde dönebilirse, insandaki hevâ da olumlu olumsuz hemen her şeye dönebilir. Onları isteyebilir. Olmadık bir vakitte de isteyebilir, normal vakti gelince de… O yüzden şairin biri gönlü için şöyle demiş; “Sanki benim mor sümbüllü bağım var, zemheri ayında gül ister benden.”

Ancak insanın, dünya denilen geçici misafirhanedeki ömrü ve kapasitesi sınırlı olduğundan, her zevki sonuna kadar yaşayacak zamanı olmadığından, hevâsının her isteğine uyan insan biraz gelgeç olmak zorunda. O yüzden havaî ve “gelgeç” kelimeleri birbirine çok yakınlar.

İnsanın her bir lezzetli, faydalı, güzel şeye ilgi duyması hem bir tehlikeyi, hem de hakkı verilecek bir sınavla ciddî bir yükseliş imkânını da beraberinde getiriyor. Temsilde anlatılan çöldeki yolcu gibi, insan her şeye muhtaç olarak yaratılmış, her güzel şeye ilgi duyuyor. İyi ki de ilgi duyuyor. Zira bunlar vasıtası ile Rabbini bin bir ismi ile tanıması ve onunla saadet-i ebediyeyi bulması mümkün hâle geliyor.  

Ama bu duygularında aşırıya kaçarsa, israfa giderse, “hevâ”nın bir türevi olan “hâviye”ye düşmek tehlikesi de bulunuyor, Allah korusun.

İşte Kur’ân-ı Hakîm ve ondan kaynaklanan geleneğimiz hevânın daha çok bu menfî tarafına vurguda bulunmuş.

Yerleri ve gökleri hak üzere yarattığını bildiren Rabbimiz tekvinî şeriatı kurduğu kâinatta “hevâ”ya yer vermemiş. İnsana verilmesi ise, onu basamak yaparak Rabbini tanıması içindir.   

Kur’ân-ı Hakîm’de yaklaşık 25 hevâya ilişkin âyet bulunuyor. Hepsinin meallerini aktarmaya kalksam söz uzar. Onlardan biri üzerinde biraz düşünelim istiyorum. Mü’minûn Suresi 71. âyette şöyle buyurur Rabbimiz:   

“Fakat gerçek (hak) onların keyiflerine tâbi olsaydı göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılıp giderlerdi. Hâlbuki Biz onlara şan ve şeref getiren, öğüt veren kitap (Kur’ân) verdik ama ne var ki onlar bu dersten yüz çeviriyorlar.”

Yani, Hak, onların hevâ ve heves keyiflerine uysaydı; yani güneş her gün kendine belirlenen zamanda ve yerde doğmasaydı, istediği zaman gecikse arzu ettiğinde hiç doğmasaydı, yazın doğması gereken yerden değil de kışın çıkması gereken yerden çıksaydı…

Ay kendine tayin edilen feleklerden değil de canının istediği bir yörüngeden doğup ya da batsaydı…

Mayısta çiçek açmasını beklediğimiz zeytin mart veya eylülde çiçek açmaya dursaydı, yerlerde ve göklerde bozgun çıkardı demektir bu.

İşte tekvinî şeriat ile yaratılmış bulunan kâinatta bu bozgunu, fesadı göremez iken, insanoğlunda, kendine Rabbini tüm isimleri tanımak için verilen hevânın, Onun kâinatta koyduğu düzene, Kur’ân’ıyla irşad buyurduğu çarklara muhalefet etmek için kullanılabildiğini görüyoruz.

Sürçtüğünde, tökezlediğinde bunu fark etse ve hevânın esiri olmasına tövbe etse yine iyi. Bu esaretin, ısrar ile isyan hâline gelmesidir yanlış olan.   

Özelde çağımız bu isyanı bayraklaştırıyor, hevânın saltanatı altına girmeyi, istediği hemen her aşırılığı aklına geldiği anda yapmayı, zaman, zemin, mevki kollamamayı hiç düşünmeden yapmayı her fırsatta teşvik ediyor.

Bunun, çevremizde çok sayıda örneği var.

Birkaç ağacın kesilecek olmasını bahane ederek çevredeki dükkânları ateşe veren bu “hevâ”nın zebunu…

Hamileliğini çırılçıplak ilân ederek özgür olacağını sanan, taşları yerinden oynamış cins-i latif de, farkında olmasa da hevânın tiranlığı altında.

Yaklaşık altmış ailenin oturduğu bir sitede “Benim çocuğum istediği gibi kırıp dökemeyecek ise, bağırıp çağırmayacaksa, ben o kadar kirayı o kat için niye ödeyeyim ki?” diyen baba olacak zavallı da aynı hevânın baskısı altında.

Bu sel, yatak, vadi tanımayan bu sel giderek şiddetlenme eğiliminde.

Sözler müellifinin şefkat yüklü bir mektubunda dediği gibi “…din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudî ve Nasranî olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur.”1

Kısaca, hevâ tahakkümü eken mutlak bir istibdat fırtınası biçer.

Ana babalara, gönüllü kuruluşlara ve insan yetiştirme iddiasındaki resmî kurumlara bu hevâ selini durdurmada çok iş düşüyor.

Değilse, her köşe başında kamerası olan, işleyip işlemeyeceği çok su götürür bir polis devleti bizi bekliyor.

Dipnot:
1- Said Nursî, Şualar, s. 443.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*