Hicret devam ediyor

İslâmdan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husûs Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu.

 Son olarak da “Fil senesi” ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe’nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur.

Ay hesabına göre Arapların kullandığı on iki ay, sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelevvel), Cumâdelâhire (Cemâziyelâhir), Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilâf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu.

Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hâl aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklık sırf bu yüzden meydana gelmekteydi.

Rivâyete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihî hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki “Şaban” ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zarûretini ortaya koydu.

Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resûlullah’ın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha (ra) da bi’setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali’nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi. Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali’nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi.

Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebîülevvel 622’de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu.

Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelâtta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları “rumî takvim” ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir.

Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.1

Diğer birçok teklif yanında Hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır.

Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (ra) Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihî esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlûmiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma ideâlinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zamanda kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için “hicret”i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.”2 “Hicret, kötülüğü terk etmendir.”3 “Hakikî muhacir, hata ve günahları terk edendir.”4 “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.”5 Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur: “Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.”6

Görüldüğü gibi Hicret, mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir: “Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun.”7

Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bugüne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1431 yıl geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kurdetine hicret edip ilticâ eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâmın 15. asrında bir buçuk milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(Üç Aylar ve Kandillerimiz, Yeni Asya Neşriyat)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*