Hicrete farklı bir bakış

Göç, hayatımızdaki en temel kavramlardan ve fiillerden biri. Varlığın başlangıcında bir büyük patlama ile melekûttan mülke göç ile başladığı ifade edilen maddî âlem milyarlarca yıldır süregelen bir göç fiiline sürekli sahne oluyor. Melekûttan mülke yansımalar, beraberinde göçlere de sahne olmuş. Gaz ve toz bulutlarının uzayın derinliklerinde gezegenler ve yıldızlar sûretine doğru göçü… Sonrasında yeryüzünde oluşacak mânâların, gayb âleminden şehadet âlemine göçü ve dünya denen şu şirin gezegeni dolduran muhteşem güzellikler…

Ardından bu güzellikleri anlamlı hâle getirecek gözlemci konumunda insanın başlangıç noktası olan Hazret-i Âdem’in Cennetten dünyaya göçü. Yeryüzünde oluşan insan hakikatinin yaşadığı biyolojik süreçler boyunca gözlenen hücre göçleri. Babadan anneye geçen ve orada yumurta hücresi ile buluşan başlangıç hücresi. Zigotun oluşması ve ardından ana rahmine göçü. Ana rahminde insan olmanın biyolojik yönüne doğru bir gelişim süreci. Kemâl noktasına ulaşan bedenin ana rahminden sosyal hayata göçü, anne ile tanışma, ardından baba ve hayatını anlamlandıran ve uzaklardan o hayata etkisi olacak pek çok kişi ile tanışma. Daha sonrasında da tahsil için, iş için, savaş için ve daha pek çok maksatlarla göçlerin bitmediği bir hayat süreci.

Hayat, temelinde göçlerle şekillenen bir süreç şeklinde ifade edilirse herhalde abartılmış olmaz. Aslında her bir değişim ya da Otuzuncu Söz’de ifade ediliş şekli ile tahavvül, bir hicreti, zerrelerin bir yerden başka bir yere göçünü ifade ediyor. Büyük Patlama şeklinde ifade edilen başlangıç ânından itibaren bu değişimler zerrelerin durmak bilmez göçleri hep devam etti ve ediyor. Sanki yatışmayan bir heyecan, bitmeyen bir enerji ile sürekli hareket hâlinde bir varlık âleminin ortasındayız. Bu bakış açısı ile tanımlanan varlık âleminin bu muhteşem enerjisinin asıl kaynağı ile ilgili olarak fizikçiler atom içinde dolaşıp dururken, hikmet ehlinin Sonsuz Cemâl ve Kemâl Sahibi’nin kendi güzelliklerini görmek ve göstermek istemesi sırrı şeklinde izahı daha mâkul geliyor. Esmânın sonsuzluğunun mülkün sınırlılığına hicreti esnasında kırılan kabukların gürültüsü ve yine sonsuz esmânın her ana yansımasından kaynaklanan titreşimler… Bu, Schrödinger’in ‘Hayat nedir?’ sorusuna zerrelerin tâbi olduğu kanunlarda cevap bulma arayışı içinde yalpalayıp dururken, onu da elinden tutup çeken bir izah tarzını da ortaya koymaktır. Belki de bu temel sır içinde sosyal hayatın ve beşerî olanın irtibat noktalarını bulamadığımız için savaşları, toprak paylaşımları, hâkimiyet arzuları, teknolojik gelişimleri tarihî süreçler ile hayat arka planından uzak algılamanın bunalımları ile dolu bir hâl alıyor. Tam bu noktada, asl olana ve öze, eşyanın hakikatine hicret gereği çok şiddetli bir ihtiyaç şeklinde zuhur ediyor.

Evet bunalımlar, buhranlar hicretin gerekliliğine işaret eden anlardır. Bu yüzden isabetle ortaya çıkmış ve musîbet şeklinde adlandırılmışlardır. Bu âna ait İlâhî ikaz ruh dünyamızın derinlerinden gelen bir haykırışa dönüşürken, tüylerimizi ürperten ve bizi aslımıza, özümüze yönelten kalbî bir titreşime yol açacaktır. ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’. Evet bütün eşya O’nun içindir. Yani Âlemlerin Rabbi içindir. Melekût âleminden mülk âlemine, O’nun isimlerine ayinelik vazifesi ile hicret etmiştir. Bu âlemde vazifesi tamamlanınca, yine aslî âlemine, melekûta ve Rabbi’ne hicret edecektir. En son ve en anlamlı hicret, bu olmalıdır. Öyle olduğundan Yahya Kemal, çok seneler geçmesine rağmen gidenlerin dönmeyişini yerlerinden memnun olmalarına bağlıyor. Aynı hâl her an varlık âleminde zuhur edip uhrevî âlemlere hicret eden ve asıl hayatın olduğu mekânlara göç eden zerreler için de geçerli olmalı ki, giden zerre aynı ile geri dönmüyor.

Muharrem ayı ile beşerî âlemde yaşanan ve hepimizin hayatında bir dönüm noktası olan, asırlar öncesinden âlemimize Muhammedî (asm) nur ile yansıyan güzelliklerin ortaya çıkmasının arzdaki önemli bir basamağı olan hicretin üstünden 1431 yıl geçtiğini anladık. İ’lâ-yı kelimetullah için, kulluğunu hakkı ile yaşayabilmek için arzî vatanın terk edilmesi ‘ileyhi râciûn’, yani O’na yöneliş, aslına dönüş. Göç sırasında bir mağaranın karanlığında Hazret-i Yunus’un (as) balığın karnında yaşadıklarını Sadık Dost (ra) ile hissediş ve ‘Üzülme, korkma, Allah bizimle beraber’ şeklindeki muhteşem ifadede ortaya çıkan rûhî ve kalbî hicret… Bütün bunlar bizlerin ve kâinatın genetik kodlarında Rabb’e yönelişin arzda yaşanan yansımaları olması sebebiyle çok önemli bir anlam ifade ediyor. Bu sebeple hicret önemli bir dönüm noktası ve yılın başı olmayı hak edecek küllî mânâları içinde barındırıyor. Bu noktadan bakıldığında yeni yılın başlangıcında yapılması gereken en önemli şey, kulun Rabbi’ne yöneliş ve aslına dönüş anlamında geçen yılı ve bundan önceki dönemi gözden geçirmesi ve kapsamlı bir nefis ve ömür muhasebesi içine girmesidir.

Bu aslında, İbrâhimî (as) bir gelenektir. Bütün dinlerin buluşma noktasında bir nebî olan Halîlullah (as), hicreti yaşayan önemli isimlerdendir. Bunu anlatan bir yazıda konu şöyle ifade edilmektedir:

“Âyetlerde Hz. İbrahim (as) ve Hz. Lut’un (as) Allah’ın emriyle hicret edip, güzel bir yurda yerleştikleri bildirilmektedir. Rabbimiz, Kur’ân’da bu iki mübarek insana ve soylarına nasip ettiği hayırlı sonu şu şekilde haber verir: ‘Onu ve Lut’u (as) kurtarıp, içinde âlemler için bereketler kıldığımız yere çıkardık. Ona İshak’ı (as) armağan ettik, üstüne de Yakub’u (as); her birini salihler kıldık. Ve onları, Kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet edenlerdi. Lut’a (as) da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar, bozulmaya uğrayan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize soktuk, çünkü o, salihlerdendi.” (Enbiyâ Sûresi, 71-75)

“Hem Hz. Lut (as), hem de Hz. İbrahim (as) hicret etmişler, yani yaşadıkları evlerini ve yurtlarını Allah’ın emriyle terk etmişlerdir.

“Hicret, ancak salih mü’minler tarafından gerçekleştirilebilecek bir ibadettir. Dinden uzak yaşayan insanlar, bütün varlıklarını bir anda arkalarında bırakıp bilinmeyen bir yere doğru göç etmeye yanaşmazlar. Evleri, eşyaları, mal ve mülkleri onlar için çok önemlidir. Oysa bir mü’min nereye giderse gitsin, Allah’ın kendisine nasip ettiğinin en hayırlısı olacağını bildiği için, hiç tereddüt etmeden varını-yoğunu bırakıp Allah’ın rızası için hicret edebilir. Hz. İbrahim (as) ve Hz. Lut (as), bu teslimiyeti ve tevekkülü en güzel şekilde göstermişlerdir. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için dünyadan vazgeçmiş, karşılığında ise Rabbimiz onları hem dünya hayatında bereketli bir yere yerleştirmiş, hem de ahirette sonsuz cennet nimetlerini bahşetmiştir.

“Allah’a güvenen ve hayatlarının her ânında mutlaka bir hayırla karşılaşacaklarını bilen mü’minler de her zaman peygamberler gibi Allah’a teslimiyetli davranmalıdırlar. Çünkü gelecek endişesi ve dünyaya ait hırslar, ancak din ahlâkından uzak yaşayan insanlara mahsus özelliklerdir. Rabbimiz maddî menfaatlerinin peşine düşmemelerinin bir mükâfatı olarak mü’minleri, hem dünyada, hem de ahirette eşsiz nimetlerle müjdelemektedir.

“Bunun yanında Kur’ân’da, Allah’tan büyük bir nimet olarak, peygamberlerin sahip oldukları büyük mülkten bahsedilir. Hz. Davud’a (as) dünya hayatında büyük bir mülk verilmiş, Hz. Süleyman (as) kimsenin güç yetiremeyeceği bir kuvvete ve zenginliğe sahip olmuştur. Allah Kur’ân’da Hz. İbrahim’e ve soyuna da büyük bir mülk verdiğini bildirir: ‘Yoksa onlar, Allah’ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine Kitab’ı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik.’ (Nisa Sûresi, 54)

“Mal, mülk ve iktidar, inkâr edenler veya gaflet içindeki insanlar için hemen her zaman kibir ve şımarıklık sebebi olur. Oysa peygamberler ve onların yolunu izleyen mü’minler, Allah’ın kendilerine verdiği mal ve mülkü, O’nun rızasına uygun olarak din ahlâkının yayılması için, hayırlarda kullanırlar. Ayrıca mü’minlerin önemli bir özelliği de, mülkün tamamen Allah’a ait olduğunu bilmeleridir. Salih Müslümanlar kendilerine dünya hayatına dair nimetler verildiğinde Rabbimize şükreder, ancak bu nimetler eksildiğinde de yine Allah’a kalpten hamd eder ve güzel bir sabırla sabrederler. Çünkü onlar dünya hayatında bir denemeden geçirildiklerinin ve Allah’ın inananları eşsiz cennet nimetleriyle ödüllendireceğinin bilincindedirler: ‘İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. Rableri onlara katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedî kalıcıdırlar. Şüphesiz Allah, büyük mükâfat katında olandır.’ (Tevbe Suresi, 20-22)”

Aslında, Hazret-i İsa’nın (as) yeryüzünden üçüncü hayat mertebesine hicreti de nazara alındığında hicret kavramı bütün dinlerin ortak kavramı olarak kabul edilmelidir. Bu, gelecek zamanlar içinde dinlerin bütünleştiği ve vahyin farklı zamanlarda farklı tarzlarla yeryüzüne ulaşmasının, farklı isimlerdeki dinlerin yeryüzüne inişinin İslâm adı altında tevhidi sürecinde üzerinde çalışılması gereken önemli kavramlardan olacaktır. İnşâallah bu da, bütün peygamberlerin Mescid-i Aksa’da Hazret-i Muhammed’in (asm) arkasında namaz kılmak için hicretlerinin, dinlerin asıllarına hicreti şeklinde sosyal hayata yansıması olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*