Hizbüttezgâh

Bir taraftan yoğun iş yükünden şikâyet ederken, diğer taraftan özel önem verdiği dosyaları öne çıkarıp hızla sonuçlandırmayı ihmal etmeyen Yargıtay’ın nedense ağırdan aldığı dâvâlardan biri “Hizbullah” dâvâsıydı.
Bu yüzden sanıklar önce 2004’teki CMUK değişikliğine bağlı olarak tahliye edildiler, ardından medyada koparılan fırtına sonucu, bırakılanları tekrar yakalama gerekçesiyle başlatılan operasyonlarda başka isimler de gözaltına alınıyor.

Ve her gözaltı, tabiatı gereği, yeni mağduriyetlere yol açma riskini beraberinde getiriyor.
Burada bir taşla birden çok fazla taş vurmayı öngören çok ince ve kurnazca bir hesap var gibi.

Bu tahliyelerle evvelâ, 28 Şubat’ın en hızlı döneminde ortaya çıkarılıp toplumu derinden sarsan domuz bağı cinayetleri yeniden hatırlatıldı.
O tüyler ürpertici vahşet görüntülerinin hafızalarda bıraktığı çok derin izler tazelenmiş oldu.
Bağlantılı olarak, gizli anayasa diye de anılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yapıldığı söylenen son değişiklikle irticanın “iç tehdit” olmaktan çıkarılmasına bir anlamda cevap verildi.
Gerçi o değişiklikle ilgili haberlerde, kanunlarda tarifi bulunmayan muğlâk irtica kelimesi kaldırılırken, yerine “dini istismar eden silâhlı terör örgütleri”nin tek tek sıralandığı belirtiliyordu.
Ve büyük ihtimalle bu listede Hizbullah ismini de kirleten gündemdeki mâlûm örgüt de var.
Ama mesele o değil. Maksat, bu örgüt üzerinden “irtica” tehlikesini bir defa daha hortlatmak.
Haddizatında bu örgütün, kökü ve derin bağlantıları hakkında son derece ciddî kuşkular bulunan PKK ile mücadele etme gerekçesiyle, yine aynı derin adreslerin tezgâhıyla kurdurulup desteklenen bir şebeke olması da işin ayrı bir yönü.
Bizim tarihimizin en sıkıntılı dönemlerinde bile örneği görülmemiş o vahşi domuz bağı cinayetlerinin bu örgüte mal edilmesinde de, aydınlatılmayı bekleyen karanlık noktalar mevcut.
Bu cinayetleri gerçekten örgütün yöneticisi ve mensubu diye gösterilip yıllarca mevkuf olarak hapiste tutulduktan sonra tahliye edilen kişiler mi işledi, yoksa Cezayir’deki kanlı iç savaşta görülen benzerleri için seslendirildiği gibi, onların gerisinde başka kanlı eller mi işin içine karıştı?

Bu soruların cevaplarını da açıklığa kavuşturması gereken yargı süreci temyiz aşamasında tıkandığı ve haklarındaki cezalar tahliyelerinden sonra onananların çoğu sırra kadem bastığı için, olayın aslını öğrenme ihtimalimiz iyice zayıfladı.
İşin bir diğer boyutu, örgüt Beykoz operasyonuyla “çökertildikten” birkaç yıl sonra, “Hizbullah tekrar diriliyor ve yapılanıyor” gibi haberlerin hem de dış mahfillerde çıkmaya başlaması.

Örnek: İngiliz Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün bu husustaki raporu (Sabah, 20.10.04).
Bir başka önemli nokta: Yeniden yapılanma sürecinde örgüt mensuplarının Risale-i Nur’a yöneldikleri ve örgüt evlerinde eserlerin bulundurulduğu yönünde çıkan dikkat çekici haberler.
Ve örgüt bağlantılı yayınlarda Bediüzzaman’la Risale-i Nur’dan bahseden yazıların da çıkması.
Dünya âlem biliyor ki, külliyat herkese açık. İsteyen herkes kitapçılardan alıp okuyabilir. Bu örgütün mensupları da dahil. Ve onlar da eserleri okumalı ki, yanlışlarını görüp istikametlerini düzeltsinler, karanlık tuzakların aleti olarak kullanılmaktan kurtulup sahil-i selâmete çıksınlar.
Ama buradaki “Risale-i Nur ilgisi” Doç. Dr. Süleyman Özeren’in söylediği gibi, “eserlerin özüyle ilgisi olmayan ve adeta bu kaynakları inkâr eden eylemleri meşrulaştırmaya yönelik, Haricîlere benzer bir mantığı” (Bugün, 24.1.11) yansıtıyorsa, o zaman başka problemler var demektir.
Bunların başında, Hizbullah’a mal edilen cinayetleri bir de o kanaldan Risale-i Nur’la irtibatlandırmayı amaçlayan tertip ve tezgâhlar geliyor.
Gerçi bunlar da beyhude çabalar, çünkü Risale-i Nur’a bu anlamda atılmak istenen hiçbir çamur leke tutmaz ve dönüp sahiplerine yapışır.
Ama huylu huyundan vazgeçmiyor. Mücadele ve imtihan da farklı formatlarda devam ediyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*