Hoşgeldin ey şehr-i şeair, hoşgeldin!

Bu ay belki de susma zamanı… Tıpkı Meryem gibi… Sorulduğumuzda parmaklarımız konuşan mucizelere yönelecek. Bizim yerimize beşikteki İsa (a.s.) konuşacak. Biz konuşmayacağız, cevabımızı mucizeler verecek. Uzakdoğudan uzakbatıya karanlık coğrafyaların üzerine doğan Kur’ân nurunun konuştuğu şu mevsimde kısık seslerimizin, dolambaçlı cümlelerimizin ve ayakta durup durmama arasında mütereddit ibarelerimizin sözü mü olur?

Âdem babamızdan bu yana semada toplanan Nurun arza birden bire vuruş mevsiminde konuşmaktan ziyade bakıp görmek mi gerekiyor acaba? Kur’ân’ın coğrafyaları nasıl şekillendirdiğini, insanları ve kültürleri hangi renklere boyadığını görmek… Bir asır çok mu uzun bir zaman? Dünyanın ömrüne göre belki de bir dakika… İşte Kur’ân bir dakikada Ganj kıyılarından Atlas sahillerine kadarki coğrafyayı nasıl aydınlattıysa, onun yeni-yeni “aydınlatma” mucizelerini beklerken, seslerle değil, onun tavsiye ettiği “hal dili”yle konuşmak en güzeli olsa gerek.

Kur’ân konuşması, ideolojilerin, felsefenin, Kur’ân karşıtlarının taptığı teknolojik dilin ve sair dinlerin konuşmasına hiç benzemiyor. O herşeyi beraberinde konuşturuyor. Hz. Davud’un (a.s) dağa konuşması, belki bir örnek teşkil edebilir. Dağın üzerindeki tüm varlıklarla konuşması da Kur’ân’a yetişemez.

Birkaç gün önce… Gecenin tam ortasında… Uykunun en tatlı anında—bize göre—en uzakdoğunun bir yerinde bir ışık yandı. Dünya döndükçe bize doğru ışıklar yanarak çoğalmaya başladılar. Ortadoğuya gelince o mutlu gece, her yer eşya ile nurlara gark oldu. Gece Akdeniz sahilleriyle birlikte Kuzeydenizi’ni de kucaklayarak ta Atlanta’ya ulaştı. Sanki Cebel-i Nurdan asırlar önce gelen emir bu gece tekrarlanmıştı: Allah için sahura kalkınız! Bu emrin şevkinden olacak ki, dünyamız cezbeye gelmiş mevlevî gibi tüm coğrafyalara bu ilâhî emri yirmi dört saat boyunca duyurup durdu.

Bu ayda hayalen veya fizikî olarak yükselip, yukardan dünyayı büyük gözlerle temaşa edenler; Kur’ân’ın peşi sıra herşeyi cazibesine takıp sürüklediğini göreceklerdir. Çocuklardan seksenlik dedelere kadar onunla yatıp onunla kalkıyorlar. Taze gelinlerle ak yaşmaklı annelerin örtüleri, sevinç gözyaşlarıyla yıkanıyor. Evler, kısa bir süre için de olsa materyalist kasırgaların titrettiği mekânlardan çıkıp, huzur dolu Erkamların evlerine dönüşüyor. Nurlanmadık, sekinet ve sükûnetin sinmediği bir köşe kalmıyor.

Âdem (a.s) babamıza öğretilen Esma’dan kıyamete kadar her kelimenin gıpta ile seyrettiği bu manzarayı, yani Kur’ân’ın yüz milyonlarca dilden döküldüğünü görenler, dünyayı yüz bin başlı ve her başında milyonlarca dili olan meleğe benzettiler. Üstadın muhteşem teşbihine hiçbir benzetme yanaşamıyor: “Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescit hükmüne geçiyor. Öyle bir mescit ki, milyonlarla hafızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işitiriyorlar..” Mescittekilerin ibadet, taat ve güzel ahlâktan başka neyi olabilir ki…

Etrafımıza dikkat ettiğimizde Kur’ân’ın bakışlardaki şavkını da görüyoruz. Tablasına meyvelerini dizmiş satıcıya oruçlu olup olmadığını sordum. Cevap yerine şaşkınlığını görünce mahcup oldum: Nasıl oruç tutulmaz ağabey!

Bu ayda Kur’ân; hasis menfaatleri ve hasis zevkleri uğruna insanlığı dünyasıyla tahribe yönelenlerin kalplerine kalplerine vuruyor. Dünyanın her köşesinde görünmeye başlayan Kur’ân’ın nakış, ses, hareket ve kımıldayışları habis ruhluları paniğe düşürmüş. Bu Ramazan-ı Şerifin gelişini daha ziyade resmigeçit merasimlerine benzetirim. Ezanlı minareleriyle, mukabeleleri, nuranî evleri, ak sakallı dedeleri ve mütesettir kadınlarıyla… Veya fetrete düşmüş coğrafyaların da görebileceği bir tarzla tüm maabid ve şeairiyle Kur’ân, şu Ramazan-ı Şerifte resmigeçidini yapıyor.

Dünya Sağlık Örgütü ile Açlıkla Mücadele Teşkilâtı dünya kapitalinin yüzde seksenini pençelerine takmış dinozorların karşısında tarihlerinin en dehşetli halini yaşıyorlar. Bu teşkilâtların idarecileri, Kur’ân’ın bu sahaya bakan mucizelerini görebilselerdi, eminim ki programlarına alırlardı. Kur’ân’ı dinleyen coğrafyalara şu mevsimde birazcık dikkat edin. Sair zamanlarda başkasına bir çay içiremeyen insanların, şehir meydanlarında kurdurdukları “iftar çadırlarında” binlerce kişiye ikramda bulunmalarını ve katar katar erzak torbalarının doğudan batıya, batıdan doğuya sevk edildiğini gördüğümüzde Kur’ân’ın sosyal hayattaki ihtişamını da görüyoruz. Ramazan-ı Şerifin ruhlarda ve bedenlerdeki mucizevî tamiratını sağlık teşkilâtları görebilseler, mesaî ve masraflarını yarı yarıya tasarruf ederler. Bu gidişle göreceklerine olan ümidimiz artıyor.

Dedik ya, belki de şu mevsim susma mevsimi… Ellerin, dillerin, gözlerin ve kalplerin cıvıl cıvıl, ışıl ışıl ve ihtizazlarla hareketlendiği bir zamanda susmayı tercih etmek… Tıpkı Hz. Zekeriyya (a.s) gibi… Müjdelenmiş vaad-i İlâhîyi beklemek üzere mihraba yönelmek. Günahlarımızın çirkin, abus ve siyah suratlarından gecelerin koynuna kaçmış nurlu ve sürurlu sabahlarla karşılaşmak üzere doğum sancısı çeken gecelere yönelmek… Hep birlikte görüp yaşayacağımız mutlu fecirlere yönelirken, şimdilik payımıza susmak düştü. Hem de Kur’ân’ın şeairi tarrakalarla konuşturduğu bir mevsimde cılız seslerin ve kısık nefeslerin ne hükmü olabilir ki…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*